MERMER VE ÇEVRE
Mermer
Afyonkarahisar’da 2300 yıldır işletilmektedir. Bugün yerini İscehisar’ın aldığı
antik Docimeion şehrinin mermerleri çok ünlüydü ve batıda pek çok yapıda
buradan çıkan mermerler kullanılmıştır.
Günümüzde mermer
işletmeciliğinin yaygınlaşması 1984 yılında başlamıştır. Mermerciliğin merkezi
İstanbul iken, Haliç’in temizlenmesi kapsamında oradaki işletmeler yıktırılmış
ve yeni adresleri İscehisar olmuştur. 1984 öncesinde ilçede sadece iki işletme
varken bu sayı şimdilerde dört yüzü aşmıştır. Yörenin en ücra köyüne kadar iş
imkânı sağlamış ve refah düzeyini artırmıştır.
Mermer ekmeğini
taştan çıkaran insanların uğraşıdır. Büyülü güzelliğinin arkasında zor ve
acımasız bir tarafı da vardır. Uğruna sempozyumlar, festivaller düzenlenen de
minik Fatoş’u, Halil İbrahim’i babasız bırakan da aynı mermerdir. (Fatoş
Seydiler’de, Halil İbrahim Konarı Köyü’nde öğrencilerimdi. Her ikisinin de
babaları mermer ocağı kazasında ölmüş.)
Mermer
işletmeciliği ekonomik kazancın yanında, bazı çevre sorunlarını da beraberinde
getirmiştir. Mermer atıkları sağlık açısından bir sorun taşımamakla beraber
görüntü kirliliğine neden olur. Çoğu iş yeri bunları yakınlarındaki boş
alanlara, yol kenarlarına döktükleri için bir dağınıklık söz konusudur. Bu
atıklar yok olmadığı için atıldığı yerde öylece kalmaktadır. Kaymakamlık
atıklar için Acem Deresi denilen bölgeyi tahsis etmiştir.
Ocakların
çevresi de düzensiz bir görünüme sahiptir. Akbel mevkiinden itibaren bunu
gözlemek mümkündür. Mermere ulaşıncaya kadar çıkan kırıntılar, hemen
yakınlardaki boş alanlara yığılarak tepeler oluşturmaktadır. Bu durum zaten
kıraç olan çevrenin görüntüsünü olumsuz etkiliyor.
Bazı işletmelerde
çevre düzenlemesine önem verildiği, ağaç dikildiği görülse de çoğunda bu konu
ihmal ediliyor. Organize sanayi bölgesi için Sanayi Bakanlığı’nca ancak 1996’da
yer tahsis edilmesi nedeniyle iş yerlerinin çoğu bahçelere kurulmuş, bu da
meyve bahçelerinin azalmasına yol açmıştır.
Öyle görülüyor
ki İscehisar, yerine kurulduğu antik şehrin refah seviyesini çoktan geçse de
doğal çevresini hızla kaybetmektedir.
İscehisar mermerciliğiyle ilgili değerli
bilgiler veren Ekrem BARLAK hocama teşekkürler.
PERİBACALARI VE EROZYON
Ülkemizde son yıllarda peribacalarının
önemi artmıştır. Kapadokya etkili bir tanıtımla turizmin ilgi odağı haline
gelmiştir. Afyonkarahisar’da da İhsaniye’den İscehisar’a uzanan bir şeritte
peribacaları vardır. Frig Vadisi denilen bu bölge tarih açısından da dikkat
çeker. Seydiler’deki Hititlere ait 3500 yıllık küp mezarların büyüsüne
kapılmamak imkânsızdır. İhsaniye’deki Frig Kaya Anıtları’nın herhalde benzeri
yoktur. Yörede Kapadokya’nın yeraltı kiliselerinin benzerlerine rastlanır
(Kırkinler, Metropolis vb.). Büyük ihtimalle burada da Roma baskısı nedeniyle
kalkerli kayalara gizlenip filizlenen bir erken Hıristiyanlık dönemi
yaşanmıştır.
http://www.frigvadisi.org/images/icerikfoto/galeri/2302c4d3-4947-4527-8056-73c16b91c701.jpg
http://www.frigvadisi.org/images/icerikfoto/galeri/2302c4d3-4947-4527-8056-73c16b91c701.jpg
Peribacaları bu turistik önemlerine rağmen aslında erozyonun anıtlaşmış
delilleridir. Bunlar kalkerli arazilerde büyük kayaların altının koni biçiminde
sertleşip; kenarlarındaki yumuşak kısımların aşınmasıyla oluşurlar. Frig Vadisi
boyunca ilerlerseniz, orman örtüsünün yok edilmiş ya da çok zayıf olduğunu
görürsünüz. Burada artık çama rastlamazsınız. Tepelerde adacıklar halinde kalan
meşeler varlıklarını genellikle yatırlara borçludur. Bu zayıf bitki örtüsü
içinde en yaygın olan bitki ladenlerdir. Bir metre kadar boylanan bu çalılara köylüler
pıynar der. Yörede kış boyunca bir laden katliamı yaşanır. Evde ya da
fırınlarda tutuşturma odunu olarak kullanılmak üzere kökünden sökülürler.
Durum böyle olunca erozyona davetiye çıkarılır. Verimsiz bir beyazlık,
tepelerden derelere, içme sularına, tarım alanlarına yayılmaktadır. Zaten az
olan tarlalar çoktan karın doyurmaz hale gelmiştir. Köylülerin çoğu mermer
fabrikalarında işçi olarak çalışmakta veya nakliyecilik yapmaktadır. Kısacası
peribacalarının varlığı ve çoğalması pek hayra alamet değildir.
Seydiler’de peribacalarıyla ilgili bir efsane anlatılır: Bir düğünde
insanlar yiyip içip eğlenirken, bir kadın ekmeğe saygısızlık eder. Bunun
üzerine düğündeki herkes taşa dönüşür. İşte peribacaları o insanlardır,
denilir. Bir saygısızlık olduğu doğrudur. Bu saygısızlık aslında ormana, ağaca
yapılmıştır.
Bu karamsar tabloya rağmen yine de çok geç kalınmış
değildir. Mevcut bitki örtüsü korunup, bölge vakit geçirilmeden
ağaçlandırılmalıdır. Tarihi eserler korunur ve etkili bir tanıtım yapılırsa,
yöre gerçekten turizm yoluna dönüşebilir.
SU KUŞLARI VE KUŞ GRİBİ
Son günlerde kuş gribi, ülkemizin gündemine ansızın giriverdi. Manyas
Gölü civarında bu hastalığın görülmesi, haklı olarak büyük bir paniğe yol açtı.
Kaz, ördek, tavuk gibi kanatlı hayvanlarda salgın yapan bu hastalığa bir virüs
neden oluyor. Birkaç tipi olan kuş gribi virüsünün H5N1 tipi, insanların
ölümüne yol açabiliyor. Şimdiye kadar 68 ölüm kaydedilmiştir.
Kuş gribinin ülkeler arası yayılmasını sağlayan en önemli etken, göçmen
su kuşlarıdır. Ülkemiz önemli kuş göç yolları üzerindedir. Soğukların
başlamasıyla, kaz, ördek, kuğu, pelikan, martı, sumru gibi kuşlar, yaşadıkları
kuzey ülkelerinden, ülkemizin sulak alanlarına gelirler. İlimizde kuşların konakladığı
başlıca sulak alanlar, Eber, Akşehir, Karakuyu ve Karamık Gölleridir. Su
kuşları bir göle inmekle kalmazlar, beslenmek için civardaki diğer sulak
alanlara veya ekili tarlalara da gidip gelirler. Böylece hastalığı bulaştırma
ihtimalleri de artar. Bu sulak alanların yakınında yaşayan ve balıkçılık,
hayvancılık, avcılık ve tarımla uğraşan insanlar risk altındadır.
Bu hastalığın insan ve hayvan sağlığını tehdit etmemesi için şu
tedbirler alınmalıdır: 1-Su kuşları avcılığının yasaklanması (zaten çoğunun
nesli tehlikededir). 2-Ölü kuşlarla temastan kaçınma. 3-Sulak alanlar civarında
yaşayan halkımızın hastalık konusunda bilinçlendirilmesi. 4- Çiftlik hayvanları
ile yabani hayvanların bir araya gelmesinin önlenmesi.
Bilindiği gibi ilimizdeki Eber Gölü’nde de su kuşlarının ölümüne
rastlanıldı ve haberlere konu oldu. Yerinde bir kararla bu gölde avcılık
yasaklandı, ölü numuneler incelemeye alındı. Eber Gölü’ndeki kuş ölümlerinin
büyük ihtimalle kirlilikten kaynaklandığı düşünülüyor ve umarız öyledir. Hatırlarsınız,
geçtiğimiz yıllarda iki avcı, bir defada 108 ördek vurmuş ve haberlere konu
olmuşlardı. Eber Gölü’nü bu ördeklerin ahı tutmuş olmasın?
Kaynak: Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme
Kurumu web sitesi.
KOCATEPE’YE YOLCULUK
Geçen perşembe,
Büyük Taarruz’un başlangıç noktası olan Kocatepe’ye, Özlem Özyurt İ.Ö. Okulu,
3/B sınıfı olarak gezi düzenledik. Çocukların, minibüsün geldiğini çığlıklar
atarak haber vermesiyle gezi başladı. Ataköy’den yukarıya yöneldiğimizde, bizi
beyaz minareli, şirin Kışlacık Köyü karşıladı.
Minibüsümüz,
yılan gibi kıvrılan yolları, derin vadileri geride bırakırken heyecanımız da
artıyordu. Derken yeşillik denizinde yüzen, Büyükkalecik’e girdik. İlk
durağımız Yüzbaşı Agâh Efendi Şehitliğiydi. Burası, Büyük Taarruz’da
Büyükkalecik’te şehit olan Bayburtlu Yüzbaşı Agâh ve silah arkadaşları anısına
yapılmıştı. Önce bizi yüz kadar şehit ismi karşıladı. Vatanın her köşesinden
şehit vardı. Onların ilerisinde iki değerli komutan, ( Yüzbaşı Agâh ve Sinoplu
Üsteğmen Feyzullah ) al bayrağın gölgesinde, bir kubbe altında yatıyordu.
Yüzbaşı Agâh’ı temsil eden heykel de oldukça etkileyiciydi. Dede Korkut torunu
gencecik Agâh, elinde tuttuğu silahla, düşmana meydan okuyor gibiydi. Sanki
O’nu, Kurtkaya’da alnından vuranlarla, yarım kalmış bir hesabı vardı.
Mor çiçeklerle,
arı kovanlarıyla süslü bir yaylada ilerledik. Burası Avlak Yaylası olmalıydı.
Ansızın Kocatepe göründü. Büyük Önder, eli çenesinde, düşünceli bir halde
Kocatepe’deydi. Zirveye yaklaştıkça heyecanlanıyorduk. İşte, önce birkaç erin
gelip siper kazdığı, akşam karanlığında, Atatürk ve arkadaşlarının atların
ayaklarına keçeler bağlayarak sessizce gelip karargâh kurduğu bu şanlı
tepedeydik. Ata’mıza, “Atatürk ölmedi”, “Ankara’nın Taşına Bak” ve “Hoş
Gelişler Ola” marşlarını söyledik. Hâlâ bozulmamış siperlere girdik. Sanki
Ata’nın dudaklarından çıkacak bir hücum emrini bekledik. Büyük bir iç huzuruyla
geri döndük.
Dönüş yolunda,
bir bahçede yemek molası verdik. Mola sırasında bizi en çok güldüren,
şoförümüzün Beyyazı’da yaşadığını iddia ettiği, müthiş bir yılana ait
bilgilerdi. Bu yılanın, bir dozerin kopardığı kuyruğu, yedi buçuk ton
ağırlığındaydı. İki büyük boynuzu vardı. Beslenme konusunda ise oldukça alçak
gönüllüydü. Beyyazı’nın bütün sığırlarını telef etmesi gerekirken, sadece
toprak (!) yiyordu.
Gezimizin son
bölümünde, Devlet Parkı’na gidip eğlence eksiğimizi tamamladık. Çocuklar
salıncaklara, tahterevalliye, kaydıraklara, telle çevrili sahalara bayıldılar.
Büyük bir zevk ve emeğin ürünü olan park, maalesef çok kirliydi. Üzerlerinde
eski Türk bayrakları dalgalanan çardaklar; kuruyemiş, sebze, meyve kabuklarıyla
kirletilmişti. Havuzlarda pet şişeler, naylon poşetler, kaçırılmış toplar
yüzüyordu. Bu duruma üzülerek bu güzel geziyi tamamladık.
Not: Bu geziyi
yapmamıza vesile olan, öğrenci velimiz Mehmet KOZAN’a içten teşekkürler.
KUŞLARIN İNTİKAMI
Kuş gribi gündeme
geldikten sonra, en çok suçlanan su kuşları oldu. Bu hastalığın taşıyıcısı olan
kuşlar, korkulu rüyamız haline geldi. Peki, biz ne yaptık da kuşlar adeta
acımasızca bir intikam alıyorlar?
Ben küçükken,
kasabamızda iki küçük göl vardı. Kanlıcagöller denilen bu göller, pek çok sucul
kuşa ev sahipliği yapıyordu.
Bahar geldiğinde,
herkes göle dalar; kuşların yumurtalarını toplardı. Her türün kendine has renk
ve büyüklükteki bu yumurtaları, kavrularak ya da haşlanarak yenilirdi.
Bunlardan çoğu kez gelişmemiş yavrular çıkardı.
Bir sabah henüz
güneş doğmadan, gölü avcılar sarmıştı. Yirmi kadar fertten oluşan bir ördek
sürüsü, havada tur atıyordu. Bunlar 4–5 tane kalıncaya kadar teker teker
vuruldu. Bu olup bitenleri, fasulye beklediğimiz tarladaki barakamızdan
izlemiştik.
Bir kış akşamı,
ağabeyim on dört sığırcık, iki sakar meke ve bir tavşan vurup getirmişti.
Bunlarla acılı bir “arapaşı” yapmıştık. Av etiyle yapılan arapaşı çorbasının
tadını herhalde bilmeyen yoktur.
Avcılardan biri
göle nadiren gelen bir kuğu vurmuştu. Av torbasına ters olarak koyduğu bu kuşun
yılan gibi uzun boynu vardı. Kafası, gururla yürüyen avcının ayakkabılarına
değiyordu. Bu gösteriyi hayranlıkla seyretmiştim.
Tüm bunlar
yetmiyormuş gibi, yaz geldiğinde gölün etrafı su motorlarıyla dolardı.
Çevredeki tütün, pancar, fasulye tarlaları gölden sulanırdı.
Nihayet, 1980’li
yılların ortalarına doğru bu iki göl kurudu. Dikenlerle dolu, kuru bir bozkır
parçasına dönüştü. Tarla farelerinin yatağı haline geldi.
Bu sadece bizim
göllerde mi böyleydi? Hayır. Eber’de, Beyşehir’de, Sultansazlığı’nda … benzeri
kuş kıyımları yapıla gelmiştir.
Sonunda kuşlar,
büyük bir belayla geri döndüler. Artık her gün yediğimiz yumurtadan soğuduk.
Arabamızın üzerindeki kuş pisliklerini temizlemekten çekinir olduk. Soyları
tükeniyor diye üzüldüğümüz kuşlar, birden gözden düştü. Umarız bu sefer de,
bütün su kuşlarını itlâf etmek gibi bir çılgınlığa girişilmez.
LEYLEK KAYASI
İlimiz
sınırları içinde, geçmiş medeniyetlere ait pek çok izler var. Daha birkaç hafta
önce, Çay ilçemizde, Roma Dönemi eseri bir mermer heykel ele geçirildi.
Bu yazıya konu
olan Leylek Kayası, Seydiler’de bulunuyor. Geçen yıl bu kasabada çalışıyordum.
Hayat bilgisi dersinde, ilimizdeki eski eserlerden bahsediyorduk. İl
yıllığından Göynüş Vadisi’ndeki Frig Kaya Anıtları’nı, bunlardaki aslan
kabartmalarını gösterdim. Seydiler’de böyle bir şey olup olmadığını sordum.
Öğrencilerden bazıları, Leylek Kayası denilen yerin en üst katında, bir aslan
pençesi gördüklerini söylediler.
İscehisar
Kaymakamlığı’nın yayınladığı kitapta, ilçede Frig devri eserine rastlanmadığı
yazıyordu. Oysa komşu ilçe İhsaniye’de birkaç tane vardı. Bir Frig Kaya Mezarı
keşfetme hayaliyle, Leylek Kayası’nı görmeye karar verdim.
Bir öğle arası
yemekten sonra, öğrencilerimden Kemal’le yola düştük. Leylek Kayası, kasabanın
hemen altında; okulun iki yüz metre kadar güneyindeydi. Bir tarlanın köşesinde
yer alan, tek bir peribacasıydı. Üzerinde birkaç tane, pencere şeklinde oyuklar
görünüyordu.
En alttaki giriş
kısmı, tek bir odaya açılıyordu. Burası Hıristiyan mezar odalarına has bir
tarzda oyulmuştu. Duvarlara dikkatle bakınca, küçük siyah yuvarlaklar içine
alınmış haç işaretleri gördüm. Bir delikten sürünerek yukarı tırmandık. Burada
orta kata açılan ikinci bir deliğe ulaşılıyordu. Yükseklik korkusu nedeniyle
oraya giremedim. Ancak bir kısmını görebiliyordum. Tam karşıda büyükçe bir haç
işareti göze çarpıyordu. Ayrıca duvarlara pencere şeklinde oyulmuş, üstleri
yuvarlak kemerli kısımlar görünüyordu. En üst kata çıkamadık.
Leylek Kayası,
Seydiler’de bulunan Kırkinler adlı kaya kilisesinin küçük bir benzeriydi. Bunu
kasabalıların dışında pek bilen yok. Bu sıralar valiliğimiz, Frig Vadisi’yle
ilgili kapsamlı bir araştırma yaptırıyor. Leylek Kayası da bu araştırmaya
alınabilecek niteliktedir. Ayrıca dışardan bir merdiven yapılarak turist
ziyaretine açılabilir. En üst katında, pençe kabartması olup olmadığını ise
hâlâ merak ediyorum.
NEVRUZ
Yeni gelen
bahara, “― Hoş geldin!” demek olan nevruz bayramı, bütün Türk dünyasında
bilinir ve kutlanır. Hatta anayurttaki soydaşlarımız, bu bayramı daha coşkulu
kutluyorlar. Her yıl, Kırgızların, Kazakların, Özbeklerin, Azerilerin, nevruzda
milli giysileriyle yaptığı gösterileri televizyonlarımızdan izleriz.
Aslında bahar
bayramları sadece bize özgü değildir. Geçmişten günümüze bu tür bayramlar
yapılagelmiştir. Meselâ Frigler baharı, tabiat-ana Kybele ile sevgilisi
Attis’in birbirine kavuşması olarak kabul eder ve törenler yaparlarmış. Antik
Yunan’da, baharda kutlanan çiçek bayramları varmış. Bahara duyulan sevgi, tüm
insanlığın ortak bir kültürüdür.
Nevruz uzun,
soğuk bir kışa dayanmanın ödülüdür. Hayata yeniden bağlanma sevincidir. Geceyle
gündüzün eşitliği, kardeşliğidir. Kardeşlik deyince hemen belirtelim.
Anadolu’da nevruzun bir kardeşi var ki o da hıdrellezdir. Biri erken baharda,
diğeri geç baharda kutlanan bu iki etkinlik, özünde aynıdır. Belki zamanla
Anadolu insanı, nevruzu hıdrelleze dönüştürmüştür.
Nevruz
düşüncesinin özü tabiattadır. Baharda tüm canlılar bir dirilişe, canlanmaya
yönelirler. Ağaçlar, rengârenk çiçeğe dururlar. Karıncalar kanatlanır, düğün
uçuşuna çıkarlar. Kardelenler, karlar altından çıkıp hayata gülümserler.
Kuşların çoğu, soluk renkli, kışlık tüylerini atıp göz alıcı renklere
bürünürler. Tüm bunlara paralel olarak, insanlar da yaşama sevinciyle dolarlar.
Sonuç olarak
nevruz, hiçbir kötülüğü, kavgayı, ideolojiyi içine almayacak kadar derin bir
güzellik ifade eder.
Karamık Sazlığı, ilimizin önemli sulak alanlarındandır. Çay
ilçemizde olup, çok sayıda küçük gölden oluşan bir tatlısu bataklığıdır. 4500
hektarlık bir alanı kaplar. Geniş saz ve hasırotu yataklarına sahiptir. Batı ve
doğusunda mera ve tarlalar; kuzeyinde kavaklıklar vardır. Gölün suları,
güneydeki iki düden yardımıyla gölü terk eder.
Sazlık, soyu
tehlikede olan küçük balaban ve pasbaş ördeğin, üreme sahalarından biri olması
nedeniyle, Önemli Kuş Alanı statüsündedir (ÖKA No: 32). Bunların yanında küçük,
kızıl boyunlu ve kara boyunlu batağanlar ile bahri, elmabaş ördek, uzunbacak ve
bıyıklı sumru da burada yuvalanır. Yine nadir türlerden dikkuyruğun da Karamık
Sazlığı’nda ürediği tahmin ediliyor. Sazlık eskiden bir kuş cenneti gibiymiş.
1970’li yıllarda yapılan bir sayımda 97.961 kuş tespit edilmiş. Yine önceden
İstanbul ve Ankaralı ördek avcılarının rağbet ettikleri bir yermiş. 1993
yılında SİT alanı ilan edilmiştir.
Karamık Sazlığı
DSİ tarafından, taşkınları önlemek amacıyla önemli ölçüde kurutulmuştur. Burayı
kirleten en önemli unsur, sazlık yakınındaki SEKA Kâğıt Fabrikası’dır. Fabrika
tüm atıklarını göle boşaltmakta ve bu atıklardaki selüloz, lignin gibi organik
maddeler, ötrofikasyona neden olmaktadır. (Ötrofikasyon, mineral bolluğu
nedeniyle yosun ve diğer bitkilerin aşırı çoğalmasıdır.) Yine İl Jandarma Çevre
Koruma Timi’nin 2003 yılında yaptığı incelemelerde, Akkonak, Karamık ve
Koçbeyli Kasabalarının, atıksularını doğrudan göle akıttıkları tespit
edilmiştir. Kontrolsüz saz kesimi de sazlığa zarar vermektedir.
Karamık Sazlığı,
90 kilometrelik ıssız bir yol olan ve “Çölovası yolu” denen Çay-Dinar karayolu
üzerinde yeşil bir cennettir. İlimizin zenginliği olan bu sazlığa sahip
çıkalım.
Kaynak: Doğal Hayatı Koruma Vakfı web
sitesi.
2OOO Yıllık Çevre Mesajı:
KEMERKAYA YAZITI
“Eğer bir kişi
lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse; ormanı yakar, çiçekleri
yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin, çocukları kendinden önce
ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.”
Beddua niteliğindeki bu yazıt, Bolvadin-Kemerkaya
Kasabası’ndadır. Yakın bir antik yerleşmeden alınarak bir evin duvarına yapı
malzemesi olarak konulmuştur. Roma döneminden kalmadır.
Kemerkaya Yazıtı
büyük ihtimalle bir mezarlık girişinde veya bir mezarın başında yer alıyordu.
Dünyanın en eski meslek erbabından olan, mezar soyguncularına gözdağı vermek,
onların lahitlere, mezar odalarına zarar vermelerini önlemek için yazılmış
olabilir. O dönemde mezarlara değerli armağanlar bırakmak âdeti vardı. Bu
beddua tutmamış olacak ki bu tip mezarlar, defalarca hazine avcılarının
talanına uğramıştır.
Hatta hazine
avcıları işi abartıp, lahitleri bütün olarak çıkartarak satmaya çalışıyorlar.
İki yıl önce Konya’da, 1700 yıllık bir lahit satılmaya çalışılırken
yakalanmıştı.
Bu yazıtın asıl
önemli kısmı ise çevrenin korunmasına yöneliktir. İnsanlar en eski devirlerden
beri, mezarlıkları ağaçlandırmışlar, çeşitli çiçeklerle süslemişlerdir. Bu
günümüzde de böyledir. Mezar ziyaretine giderken, hoş kokulu çiçekler götürmek
adettendir. Mezarlıklar özellikle şehirlerde önemli yeşil alanlardır.
Şehrimizin mezarlığı da modern görünümüyle göz doldurmaktadır. Kemerkaya
Yazıtı’nda ağaca, ormana, yeşilliğe, çiçeklere zarar verenlere, toptan yok
edecek kadar bir öfke duyulmaktadır. Bu Fatih Sultan Mehmet’in: “ Ormanlarımdan
bir dal kesenin başını keserim.” şeklindeki sözüne uygundur.
Günümüzdeki çevre duyarsızlığı, son 2000
yıldır bu konuda fazla bir gelişme olmadığını ortaya koymaktadır. Son olarak,
çevrenin korunması konusunda tarihi bir mesaj ve dünya mirası değerinde olan
Kemerkaya Yazıtı, arkeoloji müzemize getirilerek koruma altına alınmalıdır.
Kaynak: Anadolu’nun Kilidi Afyon.
Fazlaca Korkulan
Hayvanlar:
KENELER VE
BÖYÜLER
Bu yaza
iki hayvan grubu damgasını vurdu. Biraz da basının abartmasıyla, keneler ve
böyüler korkulu rüyamız haline geldi.
Keneler
ya da bilim dünyasındaki adıyla akarlar, tabiatta binlerce türü olan ve çok
çeşitli ortamlarda yaşayan eklembacaklılardır. Evlerde uçuşan tozlarda, deri
altında, bitki yaprakları üzerinde, un, peynir gibi gıdalarda ve çoğu da
hayvanlar üzerinde parazit olarak yaşarlar.
Kırım-Kongo
kanamalı hastalığını taşıyanlar ise çoğu Hyalomma cinsinden olan ve keçi, koyun
gibi evcil hayvanlarda yaşayan 30 kadar kene türüdür. Bu hastalık mikrobu
vücuda girdikten sonra kanın yapısını bozmakta ve hasta vücut boşluklarından
kanlar sızarak ölmektedir. Ne var ki bu hastalık yeni ortaya çıkmış değildir.
Oldukça eski kaynaklarda bile Kırım kanamalı humması şeklinde geçiyor. Yine
Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre ülkemizde uzun süredir bilinmekte olup,
her yıl ölümlere yol açmaktadır.
Bir tosbağanın (Testudo graeca) arka bacak diplerine yerleşmiş keneler.
19 Mayıs 2011 İnceler Kasabası-Bozkurt/Denizli.
Bir tosbağanın (Testudo graeca) arka bacak diplerine yerleşmiş keneler.
19 Mayıs 2011 İnceler Kasabası-Bozkurt/Denizli.
Hastalığın
belirli illerde görülmesi en büyük şanstır. Henüz çoğu ilimiz gibi
Afyonkarahisar’dan da kayıt yoktur. İlaçlama ve hayvan nakliyatındaki sıkı
denetimlerle, hastalığın yayılması önlenebilir.
Gelelim,
hiç hak etmedikleri “et yiyen dev örümcek” sıfatı yakıştırılan böyülere. Her
şeyden önce böyüler örümcek değildir. Bunlar akrepler, keneler, örümcekler gibi
hayvanların oluşturduğu, keliserli omurgasızların ayrı bir takımıdır. Bunlar
bozkır, yarı çöl ve çöllerde yaşayan; bol tüylü bacakları ve kuvvetli çeneleri
olan canlılardır. Sıradan bir örümceğe göre oldukça iridirler. Böyülerin hiçbir
türünde zehir yoktur. Oysa örümceklerin tamamı zehirlidir. Genellikle geceleri
avlanırlar. Yakaladıkları omurgasızları, bazen de kertenkele, kuş yavrusu gibi
daha büyük avları, kuvvetli çeneleriyle parçalayıp yerler. İnsan derisini
ısırdıklarında kanatabilirler. Ama bu hiçbir zaman öldürecek bir darbe
değildir. Köpek ısırmalarında bile ölüm oranı oldukça azdır. Ülkemizde üç türü
bulunan ve genellikle “sarıkız” denilen bu hayvanların, ürkütücü görüntüsünden
başka zararı yoktur.
Kaynak: M. Ali TOLUNAY Özel
Zooloji Cilt:1 Omurgasızlar Ankara Üniv. Yayını 1953.
KUŞ GÖÇLERİ
Sonbaharın
hüzün yüklü günleriyle beraber, kuşların göç zamanı da geldi. Yazın,
Mecidiye’deki Köy Hizmetleri Bahçesi’nde görmeye alışkın olduğumuz leylekler,
yakında yola çıkacak. Biz kaledeki karları seyrederken, onlar belki Kenya’nın
bir gölünde kurbağa avlayacaklar.
Sadece
leylekler değil; yazın Afyonkarahisar şehir merkezi ve civarında görmeye alışık
olduğumuz kırlangıç, arıkuşu, sağan, ibibik, üveyik gibi pek çok kuş türü göç
eder. Geriye karga, saksağan, baykuş, serçe, tarla kuşu gibi yerli türler
kalır. Bazı kaz ve ördek türleri ise sadece kışın sulak alanlarımıza gelirler.
Baharda tekrar kuzey ülkelerine dönerler.
Kuş
göçleri, en eski devirlerden beri bilinmektedir. Ancak kuşların bir yarıküreden
diğerine binlerce kilometre kat ettikleri, halkalama çalışmalarından sonra
ortaya çıkmıştır. Bir beyaz leylek, Kuzey Almanya’dan Güney Afrika’ya kadar
10.000 km.lik yol gider. En uzun göçü yapanlar ise bir kutuptan diğerine uçan
deniz kırlangıçlarıdır.
Göçler
kuzey yarımkürede soğuk ve besin azlığı nedeniyle; güneyde ise kuraklık
yüzünden başlar. Hormonal değişiklikler de kuşları göçe hazırlar. Kuşlar
göçmeden önce kalabalık sürüler halinde toplanırlar. Bazı türler gündüz,
bazılarıysa gece yolculuk yapar. İspinoz gibi kuşlarda yalnız dişiler göç
ederler. Yavrular göç yollarını büyüklerinden öğrenir.
Yurdumuz
önemli kuş göç yolları üzerindedir. Bazı kuşlar yalnız göç esnasında Türkiye’de
görülürler. Meselâ bir çeşit ağaçkakan olan boyun çeviren gibi. Her yıl göç
sırasında kuş gözlemleri yapılır. Hatta yurt dışından bile gözlemciler gelip bu
eşsiz manzaraya tanık olurlar.
Göçmen
kuşlar, bu uzun göçleri sırasında pek çok ülke görürler. Onlar barışın olmadığı bu dünyada, gönüllü
barış elçileri gibidirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder