18 Şubat 2012 Cumartesi


                         MERMER VE ÇEVRE
                              
      Mermer Afyonkarahisar’da 2300 yıldır işletilmektedir. Bugün yerini İscehisar’ın aldığı antik Docimeion şehrinin mermerleri çok ünlüydü ve batıda pek çok yapıda buradan çıkan mermerler kullanılmıştır.
      Günümüzde mermer işletmeciliğinin yaygınlaşması 1984 yılında başlamıştır. Mermerciliğin merkezi İstanbul iken, Haliç’in temizlenmesi kapsamında oradaki işletmeler yıktırılmış ve yeni adresleri İscehisar olmuştur. 1984 öncesinde ilçede sadece iki işletme varken bu sayı şimdilerde dört yüzü aşmıştır. Yörenin en ücra köyüne kadar iş imkânı sağlamış ve refah düzeyini artırmıştır.
      Mermer ekmeğini taştan çıkaran insanların uğraşıdır. Büyülü güzelliğinin arkasında zor ve acımasız bir tarafı da vardır. Uğruna sempozyumlar, festivaller düzenlenen de minik Fatoş’u, Halil İbrahim’i babasız bırakan da aynı mermerdir. (Fatoş Seydiler’de, Halil İbrahim Konarı Köyü’nde öğrencilerimdi. Her ikisinin de babaları mermer ocağı kazasında ölmüş.)                
      Mermer işletmeciliği ekonomik kazancın yanında, bazı çevre sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Mermer atıkları sağlık açısından bir sorun taşımamakla beraber görüntü kirliliğine neden olur. Çoğu iş yeri bunları yakınlarındaki boş alanlara, yol kenarlarına döktükleri için bir dağınıklık söz konusudur. Bu atıklar yok olmadığı için atıldığı yerde öylece kalmaktadır. Kaymakamlık atıklar için Acem Deresi denilen bölgeyi tahsis etmiştir.
      Ocakların çevresi de düzensiz bir görünüme sahiptir. Akbel mevkiinden itibaren bunu gözlemek mümkündür. Mermere ulaşıncaya kadar çıkan kırıntılar, hemen yakınlardaki boş alanlara yığılarak tepeler oluşturmaktadır. Bu durum zaten kıraç olan çevrenin görüntüsünü olumsuz etkiliyor.
      Bazı işletmelerde çevre düzenlemesine önem verildiği, ağaç dikildiği görülse de çoğunda bu konu ihmal ediliyor. Organize sanayi bölgesi için Sanayi Bakanlığı’nca ancak 1996’da yer tahsis edilmesi nedeniyle iş yerlerinin çoğu bahçelere kurulmuş, bu da meyve bahçelerinin azalmasına yol açmıştır.
      Öyle görülüyor ki İscehisar, yerine kurulduğu antik şehrin refah seviyesini çoktan geçse de doğal çevresini hızla kaybetmektedir.
      İscehisar mermerciliğiyle ilgili değerli bilgiler veren Ekrem BARLAK hocama teşekkürler. 

                                   PERİBACALARI VE EROZYON   
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          
     Ülkemizde son yıllarda peribacalarının önemi artmıştır. Kapadokya etkili bir tanıtımla turizmin ilgi odağı haline gelmiştir. Afyonkarahisar’da da İhsaniye’den İscehisar’a uzanan bir şeritte peribacaları vardır. Frig Vadisi denilen bu bölge tarih açısından da dikkat çeker. Seydiler’deki Hititlere ait 3500 yıllık küp mezarların büyüsüne kapılmamak imkânsızdır. İhsaniye’deki Frig Kaya Anıtları’nın herhalde benzeri yoktur. Yörede Kapadokya’nın yeraltı kiliselerinin benzerlerine rastlanır (Kırkinler, Metropolis vb.). Büyük ihtimalle burada da Roma baskısı nedeniyle kalkerli kayalara gizlenip filizlenen bir erken Hıristiyanlık dönemi yaşanmıştır.
http://www.frigvadisi.org/images/icerikfoto/galeri/2302c4d3-4947-4527-8056-73c16b91c701.jpg
     Peribacaları bu turistik önemlerine rağmen aslında erozyonun anıtlaşmış delilleridir. Bunlar kalkerli arazilerde büyük kayaların altının koni biçiminde sertleşip; kenarlarındaki yumuşak kısımların aşınmasıyla oluşurlar. Frig Vadisi boyunca ilerlerseniz, orman örtüsünün yok edilmiş ya da çok zayıf olduğunu görürsünüz. Burada artık çama rastlamazsınız. Tepelerde adacıklar halinde kalan meşeler varlıklarını genellikle yatırlara borçludur. Bu zayıf bitki örtüsü içinde en yaygın olan bitki ladenlerdir. Bir metre kadar boylanan bu çalılara köylüler pıynar der. Yörede kış boyunca bir laden katliamı yaşanır. Evde ya da fırınlarda tutuşturma odunu olarak kullanılmak üzere kökünden sökülürler.
     Durum böyle olunca erozyona davetiye çıkarılır. Verimsiz bir beyazlık, tepelerden derelere, içme sularına, tarım alanlarına yayılmaktadır. Zaten az olan tarlalar çoktan karın doyurmaz hale gelmiştir. Köylülerin çoğu mermer fabrikalarında işçi olarak çalışmakta veya nakliyecilik yapmaktadır. Kısacası peribacalarının varlığı ve çoğalması pek hayra alamet değildir.
     Seydiler’de peribacalarıyla ilgili bir efsane anlatılır: Bir düğünde insanlar yiyip içip eğlenirken, bir kadın ekmeğe saygısızlık eder. Bunun üzerine düğündeki herkes taşa dönüşür. İşte peribacaları o insanlardır, denilir. Bir saygısızlık olduğu doğrudur. Bu saygısızlık aslında ormana, ağaca yapılmıştır.
     Bu karamsar tabloya rağmen yine de çok geç kalınmış değildir. Mevcut bitki örtüsü korunup, bölge vakit geçirilmeden ağaçlandırılmalıdır. Tarihi eserler korunur ve etkili bir tanıtım yapılırsa, yöre gerçekten turizm yoluna dönüşebilir.

                  SU KUŞLARI VE KUŞ GRİBİ

     Son günlerde kuş gribi, ülkemizin gündemine ansızın giriverdi. Manyas Gölü civarında bu hastalığın görülmesi, haklı olarak büyük bir paniğe yol açtı. Kaz, ördek, tavuk gibi kanatlı hayvanlarda salgın yapan bu hastalığa bir virüs neden oluyor. Birkaç tipi olan kuş gribi virüsünün H5N1 tipi, insanların ölümüne yol açabiliyor. Şimdiye kadar 68 ölüm kaydedilmiştir.
     Kuş gribinin ülkeler arası yayılmasını sağlayan en önemli etken, göçmen su kuşlarıdır. Ülkemiz önemli kuş göç yolları üzerindedir. Soğukların başlamasıyla, kaz, ördek, kuğu, pelikan, martı, sumru gibi kuşlar, yaşadıkları kuzey ülkelerinden, ülkemizin sulak alanlarına gelirler. İlimizde kuşların konakladığı başlıca sulak alanlar, Eber, Akşehir, Karakuyu ve Karamık Gölleridir. Su kuşları bir göle inmekle kalmazlar, beslenmek için civardaki diğer sulak alanlara veya ekili tarlalara da gidip gelirler. Böylece hastalığı bulaştırma ihtimalleri de artar. Bu sulak alanların yakınında yaşayan ve balıkçılık, hayvancılık, avcılık ve tarımla uğraşan insanlar risk altındadır.
     Bu hastalığın insan ve hayvan sağlığını tehdit etmemesi için şu tedbirler alınmalıdır: 1-Su kuşları avcılığının yasaklanması (zaten çoğunun nesli tehlikededir). 2-Ölü kuşlarla temastan kaçınma. 3-Sulak alanlar civarında yaşayan halkımızın hastalık konusunda bilinçlendirilmesi. 4- Çiftlik hayvanları ile yabani hayvanların bir araya gelmesinin önlenmesi.
     Bilindiği gibi ilimizdeki Eber Gölü’nde de su kuşlarının ölümüne rastlanıldı ve haberlere konu oldu. Yerinde bir kararla bu gölde avcılık yasaklandı, ölü numuneler incelemeye alındı. Eber Gölü’ndeki kuş ölümlerinin büyük ihtimalle kirlilikten kaynaklandığı düşünülüyor ve umarız öyledir. Hatırlarsınız, geçtiğimiz yıllarda iki avcı, bir defada 108 ördek vurmuş ve haberlere konu olmuşlardı. Eber Gölü’nü bu ördeklerin ahı tutmuş olmasın?
     Kaynak: Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu web sitesi.
                        KOCATEPE’YE YOLCULUK
      Geçen perşembe, Büyük Taarruz’un başlangıç noktası olan Kocatepe’ye, Özlem Özyurt İ.Ö. Okulu, 3/B sınıfı olarak gezi düzenledik. Çocukların, minibüsün geldiğini çığlıklar atarak haber vermesiyle gezi başladı. Ataköy’den yukarıya yöneldiğimizde, bizi beyaz minareli, şirin Kışlacık Köyü karşıladı.
     Minibüsümüz, yılan gibi kıvrılan yolları, derin vadileri geride bırakırken heyecanımız da artıyordu. Derken yeşillik denizinde yüzen, Büyükkalecik’e girdik. İlk durağımız Yüzbaşı Agâh Efendi Şehitliğiydi. Burası, Büyük Taarruz’da Büyükkalecik’te şehit olan Bayburtlu Yüzbaşı Agâh ve silah arkadaşları anısına yapılmıştı. Önce bizi yüz kadar şehit ismi karşıladı. Vatanın her köşesinden şehit vardı. Onların ilerisinde iki değerli komutan, ( Yüzbaşı Agâh ve Sinoplu Üsteğmen Feyzullah ) al bayrağın gölgesinde, bir kubbe altında yatıyordu. Yüzbaşı Agâh’ı temsil eden heykel de oldukça etkileyiciydi. Dede Korkut torunu gencecik Agâh, elinde tuttuğu silahla, düşmana meydan okuyor gibiydi. Sanki O’nu, Kurtkaya’da alnından vuranlarla, yarım kalmış bir hesabı vardı.
      Mor çiçeklerle, arı kovanlarıyla süslü bir yaylada ilerledik. Burası Avlak Yaylası olmalıydı. Ansızın Kocatepe göründü. Büyük Önder, eli çenesinde, düşünceli bir halde Kocatepe’deydi. Zirveye yaklaştıkça heyecanlanıyorduk. İşte, önce birkaç erin gelip siper kazdığı, akşam karanlığında, Atatürk ve arkadaşlarının atların ayaklarına keçeler bağlayarak sessizce gelip karargâh kurduğu bu şanlı tepedeydik. Ata’mıza, “Atatürk ölmedi”, “Ankara’nın Taşına Bak” ve “Hoş Gelişler Ola” marşlarını söyledik. Hâlâ bozulmamış siperlere girdik. Sanki Ata’nın dudaklarından çıkacak bir hücum emrini bekledik. Büyük bir iç huzuruyla geri döndük.   
      Dönüş yolunda, bir bahçede yemek molası verdik. Mola sırasında bizi en çok güldüren, şoförümüzün Beyyazı’da yaşadığını iddia ettiği, müthiş bir yılana ait bilgilerdi. Bu yılanın, bir dozerin kopardığı kuyruğu, yedi buçuk ton ağırlığındaydı. İki büyük boynuzu vardı. Beslenme konusunda ise oldukça alçak gönüllüydü. Beyyazı’nın bütün sığırlarını telef etmesi gerekirken, sadece toprak (!) yiyordu.
     Gezimizin son bölümünde, Devlet Parkı’na gidip eğlence eksiğimizi tamamladık. Çocuklar salıncaklara, tahterevalliye, kaydıraklara, telle çevrili sahalara bayıldılar. Büyük bir zevk ve emeğin ürünü olan park, maalesef çok kirliydi. Üzerlerinde eski Türk bayrakları dalgalanan çardaklar; kuruyemiş, sebze, meyve kabuklarıyla kirletilmişti. Havuzlarda pet şişeler, naylon poşetler, kaçırılmış toplar yüzüyordu. Bu duruma üzülerek bu güzel geziyi tamamladık.
    Not: Bu geziyi yapmamıza vesile olan, öğrenci velimiz Mehmet KOZAN’a içten teşekkürler.

                           KUŞLARIN İNTİKAMI
     Kuş gribi gündeme geldikten sonra, en çok suçlanan su kuşları oldu. Bu hastalığın taşıyıcısı olan kuşlar, korkulu rüyamız haline geldi. Peki, biz ne yaptık da kuşlar adeta acımasızca bir intikam alıyorlar?
     Ben küçükken, kasabamızda iki küçük göl vardı. Kanlıcagöller denilen bu göller, pek çok sucul kuşa ev sahipliği yapıyordu.
     Bahar geldiğinde, herkes göle dalar; kuşların yumurtalarını toplardı. Her türün kendine has renk ve büyüklükteki bu yumurtaları, kavrularak ya da haşlanarak yenilirdi. Bunlardan çoğu kez gelişmemiş yavrular çıkardı.
     Bir sabah henüz güneş doğmadan, gölü avcılar sarmıştı. Yirmi kadar fertten oluşan bir ördek sürüsü, havada tur atıyordu. Bunlar 4–5 tane kalıncaya kadar teker teker vuruldu. Bu olup bitenleri, fasulye beklediğimiz tarladaki barakamızdan izlemiştik.
     Bir kış akşamı, ağabeyim on dört sığırcık, iki sakar meke ve bir tavşan vurup getirmişti. Bunlarla acılı bir “arapaşı” yapmıştık. Av etiyle yapılan arapaşı çorbasının tadını herhalde bilmeyen yoktur.
     Avcılardan biri göle nadiren gelen bir kuğu vurmuştu. Av torbasına ters olarak koyduğu bu kuşun yılan gibi uzun boynu vardı. Kafası, gururla yürüyen avcının ayakkabılarına değiyordu. Bu gösteriyi hayranlıkla seyretmiştim.  
     Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, yaz geldiğinde gölün etrafı su motorlarıyla dolardı. Çevredeki tütün, pancar, fasulye tarlaları gölden sulanırdı.
     Nihayet, 1980’li yılların ortalarına doğru bu iki göl kurudu. Dikenlerle dolu, kuru bir bozkır parçasına dönüştü. Tarla farelerinin yatağı haline geldi.
     Bu sadece bizim göllerde mi böyleydi? Hayır. Eber’de, Beyşehir’de, Sultansazlığı’nda … benzeri kuş kıyımları yapıla gelmiştir.
     Sonunda kuşlar, büyük bir belayla geri döndüler. Artık her gün yediğimiz yumurtadan soğuduk. Arabamızın üzerindeki kuş pisliklerini temizlemekten çekinir olduk. Soyları tükeniyor diye üzüldüğümüz kuşlar, birden gözden düştü. Umarız bu sefer de, bütün su kuşlarını itlâf etmek gibi bir çılgınlığa girişilmez. 

                            LEYLEK KAYASI
       İlimiz sınırları içinde, geçmiş medeniyetlere ait pek çok izler var. Daha birkaç hafta önce, Çay ilçemizde, Roma Dönemi eseri bir mermer heykel ele geçirildi.
      Bu yazıya konu olan Leylek Kayası, Seydiler’de bulunuyor. Geçen yıl bu kasabada çalışıyordum. Hayat bilgisi dersinde, ilimizdeki eski eserlerden bahsediyorduk. İl yıllığından Göynüş Vadisi’ndeki Frig Kaya Anıtları’nı, bunlardaki aslan kabartmalarını gösterdim. Seydiler’de böyle bir şey olup olmadığını sordum. Öğrencilerden bazıları, Leylek Kayası denilen yerin en üst katında, bir aslan pençesi gördüklerini söylediler.
      İscehisar Kaymakamlığı’nın yayınladığı kitapta, ilçede Frig devri eserine rastlanmadığı yazıyordu. Oysa komşu ilçe İhsaniye’de birkaç tane vardı. Bir Frig Kaya Mezarı keşfetme hayaliyle, Leylek Kayası’nı görmeye karar verdim.
     Bir öğle arası yemekten sonra, öğrencilerimden Kemal’le yola düştük. Leylek Kayası, kasabanın hemen altında; okulun iki yüz metre kadar güneyindeydi. Bir tarlanın köşesinde yer alan, tek bir peribacasıydı. Üzerinde birkaç tane, pencere şeklinde oyuklar görünüyordu.
     En alttaki giriş kısmı, tek bir odaya açılıyordu. Burası Hıristiyan mezar odalarına has bir tarzda oyulmuştu. Duvarlara dikkatle bakınca, küçük siyah yuvarlaklar içine alınmış haç işaretleri gördüm. Bir delikten sürünerek yukarı tırmandık. Burada orta kata açılan ikinci bir deliğe ulaşılıyordu. Yükseklik korkusu nedeniyle oraya giremedim. Ancak bir kısmını görebiliyordum. Tam karşıda büyükçe bir haç işareti göze çarpıyordu. Ayrıca duvarlara pencere şeklinde oyulmuş, üstleri yuvarlak kemerli kısımlar görünüyordu. En üst kata çıkamadık.
      Leylek Kayası, Seydiler’de bulunan Kırkinler adlı kaya kilisesinin küçük bir benzeriydi. Bunu kasabalıların dışında pek bilen yok. Bu sıralar valiliğimiz, Frig Vadisi’yle ilgili kapsamlı bir araştırma yaptırıyor. Leylek Kayası da bu araştırmaya alınabilecek niteliktedir. Ayrıca dışardan bir merdiven yapılarak turist ziyaretine açılabilir. En üst katında, pençe kabartması olup olmadığını ise hâlâ merak ediyorum.      

                                     NEVRUZ
      Yeni gelen bahara, “― Hoş geldin!” demek olan nevruz bayramı, bütün Türk dünyasında bilinir ve kutlanır. Hatta anayurttaki soydaşlarımız, bu bayramı daha coşkulu kutluyorlar. Her yıl, Kırgızların, Kazakların, Özbeklerin, Azerilerin, nevruzda milli giysileriyle yaptığı gösterileri televizyonlarımızdan izleriz.
     Aslında bahar bayramları sadece bize özgü değildir. Geçmişten günümüze bu tür bayramlar yapılagelmiştir. Meselâ Frigler baharı, tabiat-ana Kybele ile sevgilisi Attis’in birbirine kavuşması olarak kabul eder ve törenler yaparlarmış. Antik Yunan’da, baharda kutlanan çiçek bayramları varmış. Bahara duyulan sevgi, tüm insanlığın ortak bir kültürüdür.
        Nevruz uzun, soğuk bir kışa dayanmanın ödülüdür. Hayata yeniden bağlanma sevincidir. Geceyle gündüzün eşitliği, kardeşliğidir. Kardeşlik deyince hemen belirtelim. Anadolu’da nevruzun bir kardeşi var ki o da hıdrellezdir. Biri erken baharda, diğeri geç baharda kutlanan bu iki etkinlik, özünde aynıdır. Belki zamanla Anadolu insanı, nevruzu hıdrelleze dönüştürmüştür.
     Nevruz düşüncesinin özü tabiattadır. Baharda tüm canlılar bir dirilişe, canlanmaya yönelirler. Ağaçlar, rengârenk çiçeğe dururlar. Karıncalar kanatlanır, düğün uçuşuna çıkarlar. Kardelenler, karlar altından çıkıp hayata gülümserler. Kuşların çoğu, soluk renkli, kışlık tüylerini atıp göz alıcı renklere bürünürler. Tüm bunlara paralel olarak, insanlar da yaşama sevinciyle dolarlar.
      Sonuç olarak nevruz, hiçbir kötülüğü, kavgayı, ideolojiyi içine almayacak kadar derin bir güzellik ifade eder.


                                KARAMIK SAZLIĞI

     Karamık Sazlığı, ilimizin önemli sulak alanlarındandır. Çay ilçemizde olup, çok sayıda küçük gölden oluşan bir tatlısu bataklığıdır. 4500 hektarlık bir alanı kaplar. Geniş saz ve hasırotu yataklarına sahiptir. Batı ve doğusunda mera ve tarlalar; kuzeyinde kavaklıklar vardır. Gölün suları, güneydeki iki düden yardımıyla gölü terk eder.
     Sazlık, soyu tehlikede olan küçük balaban ve pasbaş ördeğin, üreme sahalarından biri olması nedeniyle, Önemli Kuş Alanı statüsündedir (ÖKA No: 32). Bunların yanında küçük, kızıl boyunlu ve kara boyunlu batağanlar ile bahri, elmabaş ördek, uzunbacak ve bıyıklı sumru da burada yuvalanır. Yine nadir türlerden dikkuyruğun da Karamık Sazlığı’nda ürediği tahmin ediliyor. Sazlık eskiden bir kuş cenneti gibiymiş. 1970’li yıllarda yapılan bir sayımda 97.961 kuş tespit edilmiş. Yine önceden İstanbul ve Ankaralı ördek avcılarının rağbet ettikleri bir yermiş. 1993 yılında SİT alanı ilan edilmiştir.  
     Karamık Sazlığı DSİ tarafından, taşkınları önlemek amacıyla önemli ölçüde kurutulmuştur. Burayı kirleten en önemli unsur, sazlık yakınındaki SEKA Kâğıt Fabrikası’dır. Fabrika tüm atıklarını göle boşaltmakta ve bu atıklardaki selüloz, lignin gibi organik maddeler, ötrofikasyona neden olmaktadır. (Ötrofikasyon, mineral bolluğu nedeniyle yosun ve diğer bitkilerin aşırı çoğalmasıdır.) Yine İl Jandarma Çevre Koruma Timi’nin 2003 yılında yaptığı incelemelerde, Akkonak, Karamık ve Koçbeyli Kasabalarının, atıksularını doğrudan göle akıttıkları tespit edilmiştir. Kontrolsüz saz kesimi de sazlığa zarar vermektedir.
    Karamık Sazlığı, 90 kilometrelik ıssız bir yol olan ve “Çölovası yolu” denen Çay-Dinar karayolu üzerinde yeşil bir cennettir. İlimizin zenginliği olan bu sazlığa sahip çıkalım.
    Kaynak: Doğal Hayatı Koruma Vakfı web sitesi.
                

                          2OOO Yıllık Çevre Mesajı:
                             KEMERKAYA YAZITI

     “Eğer bir kişi lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse; ormanı yakar, çiçekleri yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin, çocukları kendinden önce ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.”

     Beddua niteliğindeki bu yazıt, Bolvadin-Kemerkaya Kasabası’ndadır. Yakın bir antik yerleşmeden alınarak bir evin duvarına yapı malzemesi olarak konulmuştur. Roma döneminden kalmadır.
     Kemerkaya Yazıtı büyük ihtimalle bir mezarlık girişinde veya bir mezarın başında yer alıyordu. Dünyanın en eski meslek erbabından olan, mezar soyguncularına gözdağı vermek, onların lahitlere, mezar odalarına zarar vermelerini önlemek için yazılmış olabilir. O dönemde mezarlara değerli armağanlar bırakmak âdeti vardı. Bu beddua tutmamış olacak ki bu tip mezarlar, defalarca hazine avcılarının talanına uğramıştır.
     Hatta hazine avcıları işi abartıp, lahitleri bütün olarak çıkartarak satmaya çalışıyorlar. İki yıl önce Konya’da, 1700 yıllık bir lahit satılmaya çalışılırken yakalanmıştı.
     Bu yazıtın asıl önemli kısmı ise çevrenin korunmasına yöneliktir. İnsanlar en eski devirlerden beri, mezarlıkları ağaçlandırmışlar, çeşitli çiçeklerle süslemişlerdir. Bu günümüzde de böyledir. Mezar ziyaretine giderken, hoş kokulu çiçekler götürmek adettendir. Mezarlıklar özellikle şehirlerde önemli yeşil alanlardır. Şehrimizin mezarlığı da modern görünümüyle göz doldurmaktadır. Kemerkaya Yazıtı’nda ağaca, ormana, yeşilliğe, çiçeklere zarar verenlere, toptan yok edecek kadar bir öfke duyulmaktadır. Bu Fatih Sultan Mehmet’in: “ Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim.” şeklindeki sözüne uygundur.
     Günümüzdeki çevre duyarsızlığı, son 2000 yıldır bu konuda fazla bir gelişme olmadığını ortaya koymaktadır. Son olarak, çevrenin korunması konusunda tarihi bir mesaj ve dünya mirası değerinde olan Kemerkaya Yazıtı, arkeoloji müzemize getirilerek koruma altına alınmalıdır.
     Kaynak: Anadolu’nun Kilidi Afyon.

                               Fazlaca Korkulan Hayvanlar:
                                  KENELER VE BÖYÜLER

                Bu yaza iki hayvan grubu damgasını vurdu. Biraz da basının abartmasıyla, keneler ve böyüler korkulu rüyamız haline geldi.
                Keneler ya da bilim dünyasındaki adıyla akarlar, tabiatta binlerce türü olan ve çok çeşitli ortamlarda yaşayan eklembacaklılardır. Evlerde uçuşan tozlarda, deri altında, bitki yaprakları üzerinde, un, peynir gibi gıdalarda ve çoğu da hayvanlar üzerinde parazit olarak yaşarlar.
                Kırım-Kongo kanamalı hastalığını taşıyanlar ise çoğu Hyalomma cinsinden olan ve keçi, koyun gibi evcil hayvanlarda yaşayan 30 kadar kene türüdür. Bu hastalık mikrobu vücuda girdikten sonra kanın yapısını bozmakta ve hasta vücut boşluklarından kanlar sızarak ölmektedir. Ne var ki bu hastalık yeni ortaya çıkmış değildir. Oldukça eski kaynaklarda bile Kırım kanamalı humması şeklinde geçiyor. Yine Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre ülkemizde uzun süredir bilinmekte olup, her yıl ölümlere yol açmaktadır.
                             Bir tosbağanın (Testudo graeca) arka bacak diplerine yerleşmiş keneler. 
                                           19 Mayıs 2011 İnceler Kasabası-Bozkurt/Denizli.
                Hastalığın belirli illerde görülmesi en büyük şanstır. Henüz çoğu ilimiz gibi Afyonkarahisar’dan da kayıt yoktur. İlaçlama ve hayvan nakliyatındaki sıkı denetimlerle, hastalığın yayılması önlenebilir.
                Gelelim, hiç hak etmedikleri “et yiyen dev örümcek” sıfatı yakıştırılan böyülere. Her şeyden önce böyüler örümcek değildir. Bunlar akrepler, keneler, örümcekler gibi hayvanların oluşturduğu, keliserli omurgasızların ayrı bir takımıdır. Bunlar bozkır, yarı çöl ve çöllerde yaşayan; bol tüylü bacakları ve kuvvetli çeneleri olan canlılardır. Sıradan bir örümceğe göre oldukça iridirler. Böyülerin hiçbir türünde zehir yoktur. Oysa örümceklerin tamamı zehirlidir. Genellikle geceleri avlanırlar. Yakaladıkları omurgasızları, bazen de kertenkele, kuş yavrusu gibi daha büyük avları, kuvvetli çeneleriyle parçalayıp yerler. İnsan derisini ısırdıklarında kanatabilirler. Ama bu hiçbir zaman öldürecek bir darbe değildir. Köpek ısırmalarında bile ölüm oranı oldukça azdır. Ülkemizde üç türü bulunan ve genellikle “sarıkız” denilen bu hayvanların, ürkütücü görüntüsünden başka zararı yoktur.
                Kaynak: M. Ali TOLUNAY Özel Zooloji Cilt:1 Omurgasızlar Ankara Üniv. Yayını 1953.

                                    KUŞ GÖÇLERİ

                Sonbaharın hüzün yüklü günleriyle beraber, kuşların göç zamanı da geldi. Yazın, Mecidiye’deki Köy Hizmetleri Bahçesi’nde görmeye alışkın olduğumuz leylekler, yakında yola çıkacak. Biz kaledeki karları seyrederken, onlar belki Kenya’nın bir gölünde kurbağa avlayacaklar.
                Sadece leylekler değil; yazın Afyonkarahisar şehir merkezi ve civarında görmeye alışık olduğumuz kırlangıç, arıkuşu, sağan, ibibik, üveyik gibi pek çok kuş türü göç eder. Geriye karga, saksağan, baykuş, serçe, tarla kuşu gibi yerli türler kalır. Bazı kaz ve ördek türleri ise sadece kışın sulak alanlarımıza gelirler. Baharda tekrar kuzey ülkelerine dönerler.
                Kuş göçleri, en eski devirlerden beri bilinmektedir. Ancak kuşların bir yarıküreden diğerine binlerce kilometre kat ettikleri, halkalama çalışmalarından sonra ortaya çıkmıştır. Bir beyaz leylek, Kuzey Almanya’dan Güney Afrika’ya kadar 10.000 km.lik yol gider. En uzun göçü yapanlar ise bir kutuptan diğerine uçan deniz kırlangıçlarıdır.
                Göçler kuzey yarımkürede soğuk ve besin azlığı nedeniyle; güneyde ise kuraklık yüzünden başlar. Hormonal değişiklikler de kuşları göçe hazırlar. Kuşlar göçmeden önce kalabalık sürüler halinde toplanırlar. Bazı türler gündüz, bazılarıysa gece yolculuk yapar. İspinoz gibi kuşlarda yalnız dişiler göç ederler. Yavrular göç yollarını büyüklerinden öğrenir.
                Yurdumuz önemli kuş göç yolları üzerindedir. Bazı kuşlar yalnız göç esnasında Türkiye’de görülürler. Meselâ bir çeşit ağaçkakan olan boyun çeviren gibi. Her yıl göç sırasında kuş gözlemleri yapılır. Hatta yurt dışından bile gözlemciler gelip bu eşsiz manzaraya tanık olurlar.
                Göçmen kuşlar, bu uzun göçleri sırasında pek çok ülke görürler.  Onlar barışın olmadığı bu dünyada, gönüllü barış elçileri gibidirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder