18 Şubat 2012 Cumartesi

ENDEMİK TÜRLER


                                                            ENDEMİK TÜRLER     
          
     Endemik türler, dünyada sadece sınırlı bir coğrafyada yaşayan canlılardır. Bu bir göl, dağ, akarsu ya da ülke olabilir. Endemizm bitkilerde daha yaygındır. Bu yazımızda yurdumuzda bulunan bazı endemik türlere örnekler vereceğiz.
     Kazdağı köknarı, yalnızca Kazdağı’nın 1200 1300 metre yüksekliklerinde yayılış gösteren nadir bir ağaç türümüzdür.
     Anadolu dağ kurbağalarından olan Toros kurbağası endemik olup, sadece Bolkar Dağları’nda Karagöl (2500 m.) ve Çinigöl (2580 m.) denilen iki küçük gölde yaşar.
Denizli'ye has endemik Tavas kurbağası (Rana tavasensis).

    Sığla (günlük) ağacı, Güneybatı Anadolu’da ( Marmaris, Köyceğiz, Çine ) yetişen ve çınara benzeyen bir bitkidir. Araştırmacılar bu ağacı kalıntı tür olarak nitelemektedir. Yani bu ağaç milyonlarca yıl önce yaşamış ve iklim şartları bozulunca çoğu yerde ortadan kalkmıştır. Bugün sadece Muğla çevresinde az miktarda bulunmaktadır. Bunu günümüze kadar yaşamayı başarmış bir mamut sürüsüne benzetebiliriz.
     Dişli sazancıklar, ülkemizdeki en küçük boylu balıklardır. Pınar gibi su kaynaklarında yaşarlar. Bunlardan biri büyük kısmı ilimiz sınırları içinde olan Acıgöl’de, Gölcük (Isparta), Burdur ve Hazar Gölü’nde (Elazığ) yaşar. Endemik olan diğer bir türü sadece Burdur Gölü’nde bulunur.
     Anadolu stepleri geven türlerince zengindir. Ülkemizde 347 türü bulunur. Bunlardan 222’si sadece ülkemize has türlerdir.
                      
                        2004 yılı içinde valimizin ilimize kazandırdığı “Anadolu’nun Kilidi Afyon” isimli eserde, ilimizdeki biyolojik çeşitliliği anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümde, Afyonkarahisar sınırları içinde 234 tür endemik bitki bulunduğu, bunların bazılarının ilimize has türler olduğu ifade edilmiştir.
     Yurdumuzda birçok canlıyı olduğu gibi endemik türlerimizi de tehdit eden faktörler vardır. Bunları yangınlar, aşırı otlatma, yoğun ilaçlama hatta iç sularımıza gelişigüzel balık aşılama olarak sıralayabiliriz. Mesela Eğirdir Gölü’nde önceden doğal olarak yaşayan 21 balık türü varken,  göle Alman levreği aşılanmasıyla bu sayı 3’e düşmüştür. İlimizdeki Eber Gölü’nde de böyle bir kayıp yaşanmış olabilir. Bu göle, oldukça yırtıcı bir balık olan turna aşılanmıştır.
 Endemik olsun, olmasın bütün biyolojik zenginliklerimize sahip çıkalım. 

                            GEYİKLERİMİZ
     Geyik, Anadolu’da binlerce yıldan beri, kutsal hayvan sayılmıştır. Hititlerin kutsal hayvanıdır. (Kırların koruyucusu Dlamma, geyik sırtında dolaşır.) Geyikli Baba, geyiklerle dosttur, onlarla gezer ve türbesinde geyik boynuzları asılıdır. Hâlâ çoğu köyümüzde geyik mübarek bir hayvan kabul edilir ve eti yenmez.
     Yurdumuzdaki üç geyik türünün en yaygın olanı kızılgeyiktir. İlimizdeki geyikler de bu türdendir. (Diğer ikisi, karaca ve alageyiktir.) 265cm.ye varan boyları ve 200 kg.ı bulan ağırlıklarıyla, oldukça iri hayvanlardır. Karışık ormanları tercih ederler. Boynuzları her yıl atılır ve yeniden çıkar. Erkeklerin üreme zamanı yaptıkları boynuz düelloları görülmeye değerdir. Beyaz benekli, şirin yavruları vardır.
     Afyonkarahisar’da iki dağda geyik bulunmaktadır. Bunlar, Sultandağları ve Akdağ’dır.
     Sultandağı ilçemizde, bir geyik üretme istasyonu vardır. Burası ilçenin 20 km. kadar güneyinde, Dort Deresi denilen yerdedir. İstasyon, 1987 yılında İstanbul Belgrat Ormanı’ndan, iki erkek ve bir dişi geyik getirilerek, 40 dekarlık bir sahada kurulmuştur. Günümüzde istasyonda 20 kadar geyik yaşamaktadır. Dort Deresi, karaçam, sedir, ardıç, kavak, söğüt, çınar, ceviz, ahlat gibi çeşitli bitkilerce zengin olup, geyiğin yaşamasına uygundur. Sahanın etrafı 4 km.lik beton direk ve tel kafesle çevrilidir. Bekçi binası, yem deposu ve bazı sosyal tesisler de vardır. İstasyonun kuruluş amacı, geyiği korumak, doğal denge içinde yeterli sayıya ulaştırmak ve sayıları çok artarsa av işletmeciliğine açmaktır.
     Akdağ’daki geyikler, tamamen doğal ortamlarında yaşamaktadır. 1970 yılında, bu dağda çok az miktarda kalmış geyikleri korumak amacıyla, Akdağ Yaban Hayatı Koruma Sahası kurulmuştur (27.094 hektar). Bu dağda kaç geyik olduğu konusunda bir bilgiye rastlamadım. Akdağ, Sandıklı ilçemiz ile Denizli-Çivril ilçesi arasındadır. Yani geyikler Acıgöl’de olduğu gibi, iki ilin ortak zenginliğidir.  Akdağ’ın uzantılarının ulaştığı Dinar ilçemizin de eski adı Geyikler’dir. Bu adı, bir zamanlar yörede bol olan geyiklerden almış olabilir.
     Kaynak: İl Çevre ve Orman Müdürlüğü web sitesi.

                          HAYVAN DÖVÜŞTÜRME
     İnsan ruhunu anlamak zor. Birçok güzellik barındırdığı gibi kavgalar, savaşlar, ölümler isteyen zalimce bir yönü de var. Bu kötü yönlerden biri de hayvanları dövüştürüp, bundan zevk alabilmesidir. Küçükken karınca dövüştürme ile başlayan bu acımasız eğlence, daha sonra yerini köpek, horoz dövüşü ve boğa güreşlerine bırakıyor.
     Zaman zaman ülkemizin çeşitli yerlerinde, hayvan dövüşü yaptırıldığına dair haberler duyuyoruz.
     İki köpeği kızdırıp daha sonra bunların birbirini parçalamasını izlemek nasıl bir zevk, anlamak zor. Köpek yaratılış olarak saldırgan bir hayvandır. Kaynaklarda köpeğin atasının kurt olduğu ve cilalı taş devrinde kurt yavrularından evcilleştirildiği yazıyor. Onun saldırganlık zaafından yararlanmak doğru değildir.
     Hayvan dövüşü denilince hemen akla gelen diğer bir hayvan da horozdur. Hint horozu veya kartal horoz denilen bir horoz cinsiyle yapılır. Bu işle uğraşanlar horozlarını itinayla beslerler. Kendi çocuklarına göstermedikleri ilgiyi horoza gösterirler. Bütün hayvan dövüşlerinde olduğu gibi asıl amaç kumardır. Horozlar üzerine bahisler oynanır. Bunlar mahalle aralarında, kahvehanelerde dövüştürülür. İki hayvan birbirinin üstüne atılarak kızdırılır. Zavallılar pençe darbeleriyle kan revan içinde kalırlar ve çoğunlukla kör olurlar. Horozunu iki gözü kör oluncaya kadar dövüştüren bir adamın hayvan sevgisinden söz etmek güçtür.
     Artvin’de yapılan boğa güreşleri ve Aydın’daki deve güreşlerinde hayvanlar genellikle birbirlerine zarar vermez. Bunlar bütün memeli erkeklerinde görülen; dişi için mücadele esasına dayanır. İspanya’daki boğa güreşlerinin ise savunulacak bir durumu yoktur.      
     Bütün kötü alışkanlıklar gibi hayvan dövüşleri de insanların yetersiz eğitim almasına dayanıyor. Ailede, okulda köklü bir hayvan sevgisi verilmedikçe, bir ayağımız uzaya adım atsa da öbür ayak kucağına bir horoz alacak ve uygun bir mahalle arasına doğru gidecektir.

                      HAYVANAT BAHÇESİ
                                 Babam bana ne zaman sorsa:
                                 — Seni nereye götüreyim, diye.
                                 Ben hemen yanıtlarım:
                                 —Hayvanat bahçesine…
     Dizeleriyle başlayan bir çocuk şiiri var. Bazen bizim çocuklarımız da durup dururken, hayvanat bahçesine gitmek isterler. Niçin gidemediğimizi çocuklara anlatabilmek zor. Çünkü onların dünyasında, bizim sayacağımız gayet ciddi nedenlere yer yok. Gelin isterseniz, çocuklar gibi davranalım ve ilimiz için bir hayvanat bahçesi hayali kuralım.  
     Bir hayvanat bahçesinin kurulması için, öncelikle belediyelerin girişimde bulunması gerekir. Daha sonra biyologlar, ormancılar, avcı dernekleri ve uluslar arası kurumların desteğiyle gelişir ve güzelleşir. Birkaç yıl önce Gaziantep’te gayet modern ve güzel bir hayvanat bahçesi kuruldu. Niçin Afyonkarahisar’ın da olmasın?
     Hayvanat bahçesine illa fil konacak diye bir şart yoktur. Önce yurdumuzun hayvanlarından, meselâ ilimizin geyiklerinden başlanabilir. Sultandağları’ndan bir çift kızıl geyik getirilebilir. Yine kurt, tilki, porsuk gibi etçilleri doğadan yakalayıp koymak mümkündür. Daha önce Afyonkarahisar’da yaşamış yaban koyunu, yaban keçisi gibi türler, Milli Parklar Müdürlüğü’nden temin edilebilir. Ceylanpınar’da 700 kadar ceylan var. Arada şahıslara veya kurumlara çiftler halinde satılıyor. Yine Bursa’da oynatılması yasaklanan ve galiba kısırlaştırılan bozayılardan da istenebilir.
      
                               İstanbul-Şile'de özel bir hayvanat bahçesinde midilli atları (Temmuz-2011).

     Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Sülün, bıldırcın, kınalı keklik gibi kuşları, üretim yerlerinden temin etmek kolaydır. Afyonkarahisar’ın birbirinden güzel güvercin ırklarından (Özellikle ödül almış, Afyon mermeri cinsi güvercinler.) hazırlanacak özel bir bölümün, hayali bile çok hoş. Fil, zürafa, aslan gibi yabancı ülkelere ait türler, imkânlar ölçüsünde, zamanla temin edilir.
     Şehir merkezinde, hayvanat bahçesi için uygun yerler çoktur. Mesire yeri Hıdırlık’ta veya Turgut Özal Parkı’nın bir bölümünde kurulabilir.
     Hayvanat bahçeleri, nesli tükenmekte olan canlılar için bir sığınaktır. Eğitime yardımcı olur ve bulundukları kentin gelişmesine, küçük ama önemli bir katkı yaparlar. Afyonkarahisar’a da mutlaka yakışacaktır.

                  DAĞLAR, TAŞLAR AĞAÇ OLACAK!

     Geçen hafta Orman Haftasıydı. Bütün yurtta olduğu gibi, ilimizde de haftayla ilgili etkinlikler düzenlendi. AFÇEVDER’in, TEMA’cıların, kurumların, öğrencilerimizin, askerlerimizin fidan diktiğini gazetelerden okuduk.
     Biz de geçen perşembe günü, okulumuzun bahçesine ( Özlem Özyurt İ.Ö.Okulu ) fidan diktik. Bunun için bir gün önce, Semt Pazarı’ndan fidanlar alındı. Öğrencilerimiz küçük harçlıklarından fedakârlık yaparak, fidan alımına katkıda bulundular.
     O sabah, öğretmenler odasına bir mazı fidanı getirilmişti. Bunun ne kadar boylandığı üzerine hararetli bir tartışma vardı. Derken, büyük sınıflar dikim çalışmalarına başladı. Bu sırada küçükler, heyecanla ağabeylerini, ablalarını seyrediyorlardı. Güneş yüzünü, Hıdırlık sırtlarının üzerinden göstermişti. Karşımızda kale, bir kartal yuvası heybetiyle duruyordu. Sınıflar bahçeyi cıvıl cıvıl doldurmuştu. Önce Cemal, Savaş, Ali ağabeylerinin açtığı çukurları, imrenerek izlediler. Bu çukurlara akasya, ıhlamur, ayva, mazı, salkım söğüt fidanları dikildi. Kovalarla taşınan sular, bu minik ağaçların dibine döküldü. Bazı öğrenciler, bir köşede bolca buldukları sümbül fidelerini de fidanlarının havuzuna diktiler. Rehberlikçimiz her sınıf için bir slogan hazırlayıp, bilgisayardan çıkartmıştı. Poşet dosyalara konmuş bu sloganları fidanlarımıza bağladık. Dikilen fidanların başında fotoğraflar çekildi; baharla, ormanla ilgili şarkılar söylendi.
     Öğrencilerimiz ilerde belki, Denizlili, Yozgatlı, Artvinli öğretmenlerinin adlarını, yüzlerini unutacaklar. Oysa diktikleri bu fidanlar, bizden daha kalıcı olacak. Gölgelerinde çocukları, torunları mutlulukla oynayacak.
     Son teneffüste, sözlerini unuttuğum bir orman şarkısını arkadaşlardan öğrendim. Müzik dersinde öğrencilere öğrettim. Çoğumuzun çocukluğunda duyduğu bu şarkının sözleri şöyleydi:
                         Dağlar, taşlar ağaç olacak!
                         Yaz gelecek, kış geçecek,
                         Ülkemiz cennet olacak.

                          Kazmalar elimizde, çukur açalım.
                          Kürekler elimizde, toprak atalım.
                          Yaz demeden, kış demeden ağaç dikelim.


                          DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ

     Geçtiğimiz 5 Haziran, Dünya Çevre Günü’ydü. İlimizde de çeşitli çevre etkinlikleri düzenlendi. Minik izcilerimizin Kocatepe’ye yürüdüğünü, okuduk. Çevre bilincinin küçük yaşlarda kazanıldığının güzel bir örneğiydi. Sağlıklı, temiz bir çevrede yaşamak, öncelikle çocuklarımızın hakkı.
     Günümüzde çevre, sürekli gündemde olan bir konu haline gelmiştir. Öyle de olmalıdır. Çünkü bizim de bir parçası olduğumuz doğal çevre, günden güne bozuluyor. Bitki ve hayvan türlerimizin yok olması, içme sularımızın kirlenmesi, topraklarımızın bir daha dönmemek üzere denizlere akıp gitmesi ve her geçen gün tabiattan biraz daha uzaklaşıp, kendimizi beton yığınları içine hapsetmemiz, bir günde hatırlanıp daha sonra unutulacak bir konu değildir.
     Sağlıklı bir çevrede yaşama bilincini, hayatımızın her anına sokmamız gerekir. Bunun için büyük fedakârlıklar yapmaya da gerek yok. Elinizdeki küçük bir banka sıra numarası kâğıdını, bir çöp bidonu buluncaya kadar ısrarla yere atmıyorsanız tebrikler. Siz de çevreciler kervanındasınız.
     Çevreci olmak, bitkileri, hayvanları ve kendimizi bir bütün olarak görmektir. Bir su kaplumbağasını soğuk, çirkin bir yaratık olarak düşünmek yerine, derisini kaplayan sarı beneklerin güzelliğinin farkında olmaktır. Yılanlara sinsi, kötü, her görüldüğü yerde başının ezilmesi gereken varlıklar gözüyle bakmak yerine, tarım zararlılarını azaltan, çiftçinin sadık yardımcıları olarak kabul etmektir. Bina yapmak için yıkılan her ağacın, köklenen her bağın ardından nefesinin daraldığını, oksijensiz kaldığını hissedebilmektir.
      Romalı dostumuz, Kemerkaya Yazıtı’nda, 2000 yıl öncesinde ne diyordu?
      ―“Eğer bir kişi lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse; ormanı yakar, çiçekleri yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin, çocukları kendinden önce ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.” 
      Şimdi bunu biraz değiştirerek yeniden söyleyelim:
      ― “Eğer bir kişi tüm canlıları korur, severse, ağaçları kesmez, türleri yok etmez ve gelecek nesillere daha yaşanılır bir çevre bırakırsa Allah ne muradı varsa versin, hanesi şen olsun, çoluk çocuğu bahtiyar olsun!”

                        Evliya Çelebi’nin Gözüyle;
                            KARAHİSAR KALESİ

                Bu sonbahar günü sıkıldınız, yapacak bir iş bulamadınız mı? Gelin isterseniz Evliya Çelebi’ye takılalım ve yeşillikler içinde, bir eski zaman Karahisar’ına çıkalım.
                “ Karahisar-ı Sahip derler. Osmanlı ülkesinde altı adet Karahisar vardır. Bu Anadolu Karahisar’ını sancak beyi yönetir…
                Kalesini Rum kayseri yaptırmıştır. Sonra Selçuklulardan Sultan Alâeddin, Rum keferesi elinden fethetmiştir. Daha sonra Sultan Orhan, Germiyanoğulları elinden almıştır.
                Yalçın kalesine, eteklerimi belime dolayarak çıkıp seyrettim. Kapısı batıya bakar. Kapısının üst eşiğinde şu tarihler var: ( Çelebimiz burada, biri Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubat’a, diğeri Osmanlılardan Sultan Selim Han’a ait iki kitabeden söz eder. Bunlar işgal sırasında, İngilizler tarafından sökülüp götürülmüştür. )
                Bu kale, Karahisar Ovası’nın güneyinde, gayet yüksek ve yalçın bir kayalık dağın tepesindedir. Aşağı şehirde, Ulu Cami önündeki aşağı kale kapısından girip, bu kalenin ta tepesindeki Hünkâr Camisi’ne kadar, tam iki saatte çıktım. Kalenin tepesindeki Sultan Keykubat Camisi, küçüktür ama sanatlıdır. Mihrabı baştanbaşa çinilidir. Fakat minaresi yoktur. Zelzeleden yıkılmıştır. Caminin sağında Kırklar Makamı vardır.
                Bu iç kalede buğday ambarları, cephanelik, su sarnıçları var. Yılan ve çiyan çoktur. Beşgen şeklinde bir kaledir. Etrafı iki bin adımdır.
                Bu kalede, Kuşlu Sarnıcı denilen yerde ve bir de ileri çıkmış bir kayanın üzerinde oturup, Allah’ın yarattıklarını seyrettim. Ta Altıntaş Ovası’na, Seyitgazi ve Konya yollarına kadar, ova ve çimenleri seyrettim. Bu kalede insan yoktur ama şehir zenginlerinin kilitli mahzenleri vardır. Bir kuşatma olursa veya Celali eşkıyası gelirse herkes kıymetli eşyalarını, bu kalede saklar. Onun için kapısı daima bekçilerle tutulmuştur. Bu yalçın kaleden, sekiz yüz adımda Ortahisar’a geldim…”
                Aradan geçen yıllar, Evliya Çelebi’nin gördüklerinin çoğunu silip götürse de kalemiz yine, bütün heybetiyle şehrimizi süslüyor.
Kaynak: İ. Ünver NASRATTINOĞLU. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar ve düşündürdükleri. 2. Afyonkarahisar Arş. Semp. Bildirileri 1991

                   Acıgöl’ün Pembe Süsleri:
                           FLAMİNGOLAR

 Afyonkarahisar-Denizli sınırındaki Acıgöl, birçok kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu yüzden haklı olarak “kuş cenneti” sıfatını almıştır.  Acıgöl’de yaşayan kuşların en ilgi çekeni flamingolardır. Bu kuşlar gölün sembolü haline gelmişlerdir.
 Flamingoların genel renkleri pembemsi beyazdır. Bacaklar kırmızı, gaga ve kanatlar kırmızı-siyah renktedir. Boyun ve bacakları çok uzundur. 127 santimetreye ulaşan boylarıyla, oldukça iri kuşlardır.
İri görünümlerine bakıp da bunların balık yediğini falan düşünmeyin. Flamingolar, kıvrık gagalarını sık sık çamura daldırırlar. Çamuru süzerek, içindeki küçük omurgasızları yutarlar. Başlıca gıdalarını, tuzlu sularda yaşayan ve Artemia salina denilen kabuklu hayvancıklar oluşturur.  
  Bu gösterişli kuşun en büyük şansı, etinin lezzetli olmamasıdır. Genellikle av kuşu sayılmaz. Her ne kadar Roma imparatorları, bu kuşların dillerine düşkün olup, ziyafetlerinde konuklarına sunmuşlarsa da günümüzde açlık çeken bazı yerler dışında pek avlanmaz. İnsanlar flamingoları daha çok, güzel tüyleri için avlamışlardır.
  Flamingonun geniş bir yayılışı vardır. İspanya’dan, Kırgız bozkırlarına, Afrika’dan, Hindistan’a kadar olan bölgelerde yaşar. Yurdumuzda Tuzgölü, Çamaltı Tuzlası (İzmir) ve Sultansazlığı’nda (Kayseri) kuluçkaya yatar. Beslenmek ya da kışlamak için, İznik Gölü, Ayvalık sahilleri, Acıgöl, Burdur Gölü, bazen Akşehir ve Eber göllerinde; daha doğuda Hazar, Van ve Erçek göllerinde de görülür.
  Günümüzde çoğu kuş türü gibi flamingolar da azalma eğilimindedir. Bu kuşların yaşadığı göllerin kenarına, kimyasal madde üreten fabrikalar kurulmaktadır. Böylece yaşadıkları doğal ortamlar giderek daralmaktadır.




                            BENEKLİLER KURTULDU

                Hızla artan şehirleşme, birçok canlı türünün yaşadığı doğal ortamları yok ediyor. Bu baharda böyle canlı bir örneğe şahit oldum.
                Uydukent civarında, galiba Akarçay’ın kolu olan bir dere var. Oldukça kirli olan bu dere, Alparslan Türkeş Köprülü Kavşağı’nın yapımından sonra ikiye bölündü ve suyunu çekmeye başladı. Derenin kapatılması için, kenarlarına inşaatlardan çıkan toprak ve molozlar döküldü. Son bir ayda su kaybı hızlandı.
                Oysa bu derede yaşayan bazı canlı türleri vardı. Su kurbağaları, su yılanları, soyu tehlikede olan yeşil ayaklı su tavuğu ve en çok da benekli kaplumbağalar. Bir tür tatlı su kaplumbağası olan bu türde, vücut sarı beneklerle kaplı. Önceleri nadiren görülen ve hemen kendini suya atan benekliler, suyun çekilmesiyle daha çok görülmeye başlandı. Hatta civardaki çocuklar bu kaplumbağalardan birkaçını yakalayıp asfalt yolda ezmişler.
Kırka Deresi'nden bir benekli kaplumbağa (Emys orbicularis) (Kırka Kasabası-Sinanpaşa/Afyonkarahisar).

                Bu durum, zamanla bende vicdan azabına dönüşünce, durumu yetkililere bildirmeye karar verdim. Bir iki kuruma sözlü başvurudan sonra doğru adresi buldum. Başkomutan Tarihi Milli Parkı müdürü İhsan Bey, konuyla yakından ilgilendi. Su kaplumbağalarını toplayıp başka bir sulak alana bırakacaklarını söyledi.
                                         
İki gün sonra dört kişilik bir ekiple ilgili yere geldiler. Su kaplumbağası yakalamak sandığımız kadar kolay değildi. Benekliler bir hareketlilik gördüğünde hemen kendini suya atıyor ve çamurlu zemine gömülüyordu. Onlar sadece iki kaplumbağa yakalayabilmişler. Ekibe katıldıktan sonra bir tane de ben yakaladım. Bir gün önce de iki tane su yılanı yakalayıp müdürlüğe teslim etmiştim.
Çaresiz operasyona son verip birkaç gün sonra yeniden denemeye karar verdik. Ekip, yakalanan kaplumbağa ve yılanları Erkmen’deki gölete bırakmak üzere ayrıldı. Sular iyice çekilince sığınabilecekleri bir balçık da kalmayacak. Böylece beneklileri yakalamak kolaylaşacak.
Not: Başvurumu ciddiye alarak harekete geçen Milli Park Müdürlüğü çalışanlarına içten teşekkürler.
         
                                               BİR SİTE DOĞUYOR

        Şehrimiz büyük bir hızla Harbiş’e, Ataköy’e, Uydukent’e doğru genişliyor. Her gün yeni yeni apartmanlar, siteler için temeller atılıyor. Yapılan her bina, doğal çevremizi az çok değiştiriyor ve orada yaşayan pek çok canlıyı ortadan kaldırıyor. Şimdi bunu bir örnekle açıklayalım.
                Yer, Uydukent civarı. İki yıl önce burası, etrafı taş duvarla çevrili, büyük bir tarlaydı. Bir kısmında bademler, asmalar, armutlar, kavaklar olan bakımsız bir bağ vardı. Duvar diplerinde böğürtlenler, kuşburnular hayat buluyordu. Tarla kısmı sığırkuyrukları, ballıbabalar ve sarı, kırmızı, mor renkli sayısız kır çiçeğiyle kaplıydı. Kızımla buraya uçurtma uçurmaya giderdik. Civarda oturan kadınlar, böreklik ot toplarlardı. Arada koyun sürüleri ve inekler de tarlada görülürdü.
                Bir gün tarlada ansızın kepçeler, kamyonlar göründü. Kavaklar, bademler, asmalar, armutlar kesildi. Çevredeki çiftliklerde oturanlar, günlerce ağaç dallarını taşıdı. 
                             
                                 Bu yazıyı fotoğrafta görülen sitemiz için kaleme almıştım.

                Arsanın yanında, oldukça kirli bir dere vardı. Kokudan kurtulmak için derenin bir kısmı dolduruldu. En kirli sulara bile dayanabilen tatlısu kaplumbağaları ve kurbağalar, susuzluğa dayanamadılar. Derenin kurumasıyla birlikte ortadan kalktılar. Yine derenin kenarındaki otluklarda gizlenen, siyah-kırmızı renkli, bir tür sutavuğu ailesi de görünmez oldu.
                Ara sıra bu civarda görülen iri yeşilkertenkeleler, tarla kertenkeleleri ve kara kaplumbağaları artık yok. Kaybolan kır çiçeklerinin yerine tek tip İngiliz çimleri ekildi. Kuşburnu ve böğürtlenler ise taş duvarın dibinde son ilkbaharlarını yaşıyorlar. Sitenin inşaat işleri tamamlandığında, bu duvara da sıra gelecek.
                Burada anlattıklarım, Afyonkarahisar’daki yapılaşmanın küçük bir örneği. İl merkezinin akciğeri diyebileceğimiz yeşil Erkmen’de bile, villalar, toplu konutlar yapılıyor. Bir Erkmenliden duyduğuma göre kasabadaki arsa fiyatları son yıllarda patlama yapmış. Uzun sözün kısası, kendi elimizle yeşilliklerimizi hızla yok ediyoruz.


                       
                                                                         AVCILIK ZAAFIMIZ
             
     Avcılık, bizde kökü derinlere giden bir gelenektir. Türk sultanlarının çoğu avcılıkla uğraşmıştır. Selçuklu sultanı Melikşah’ın, av hayvanlarının kafalarından bir gözetleme kulesi yaptırdığı kaydedilir. Fatih’in emrinde yedi binden fazla doğancı ve köpek bakıcısının olduğu bilinmektedir. Dedem Korkud’un kitabında Salur Kazan, oturmaktan sıkılan Oğuz beylerine: “Yürüyelim a beyler! Av avlayalım, kuş kuşlayalım, sığın geyik yıkalım…” der. Köroğlu’ndan sonrası malum. Delikli demir icat edilmiş ve yürürden, uçardan ne varsa peşine düşülmüştür. Avcılık folklorumuza da girmiştir. Kara gözlü ceylanlara, alageyiklere yakılan türkülerimiz az değildir.

Böylesine teşvik edilen avcılığın yaygınlaşması doğaldır. Erkeklerimizin çoğunun az veya çok avcılık yönü vardır. Evlerimizde ruhsatlı-ruhsatsız bir av tüfeği bulundurmak adettendir. Av malzemeleri sektörü hızla gelişmekte, vitrinleri birbirinden farklı av tüfekleri süslemektedir. Av kanunları, avcı derneklerinin yaptırımları içimizdeki avcıyı yıldıramamaktadır.    
                                    
 Avcılığın bazen vicdansızlığa varan yöntemleri de vardır. Far ışığıyla tavşan, elektrik şokuyla balık, siyanürle tilki avlama gibi. Son yıllarda yol kenarı avcılığı da yaygınlaşmıştır. Kar her yeri örttüğünde kuşlar yol kenarlarına yaklaşarak araçlardan atılan yiyeceklere muhtaç olurlar. Bunu fırsat bilen avcılar da onları avlamaktadır.       
                                
     Avcılık aslında bir spordur. Yoğun iş ve şehir yaşantısından uzaklaşıp doğaya çıkmak, temiz hava alıp yeşillikler içinde akşama kadar dolaşmak ruhumuzu dinlendirir. Bazı avcılar için bir şeyler vurmak ikinci planda kalmaktadır. Hayvanları öldürmek yerine elimize bir dürbün alıp kuşları,  memelileri doğal ortamlarında gözlesek; onların hareketlerini, yavrularını beslemelerini canlı bir belgesel gibi izlesek, herhalde daha mutlu oluruz.   

     Yakında Afyonkarahisar’ımıza kar yağacak ve her yeri beyaz bir örtü gibi kaplayacak. Artık sığırcıklar, güvercinler kümeler halinde yiyecek peşine düşecektir. Göllere, sazlıklara ördekler, balıkçıllar, mekeler doluşacaktır. Yaban kazları ekili tarlalara yayılacak, tilkiler, tavşanlar karda kendilerine has izler bırakacaktır. Gelin onları bu hayatta kalma çabalarıyla baş başa bırakalım. Evde çayımızı yudumlarken çocuklarımıza zaman ayıralım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder