ENDEMİK
TÜRLER
Endemik türler, dünyada sadece sınırlı bir coğrafyada
yaşayan canlılardır. Bu bir göl, dağ, akarsu ya da ülke olabilir. Endemizm
bitkilerde daha yaygındır. Bu yazımızda yurdumuzda bulunan bazı endemik türlere
örnekler vereceğiz.
Kazdağı köknarı,
yalnızca Kazdağı’nın 1200 1300 metre yüksekliklerinde yayılış gösteren nadir
bir ağaç türümüzdür.
Anadolu dağ
kurbağalarından olan Toros kurbağası endemik olup, sadece Bolkar Dağları’nda
Karagöl (2500 m.) ve Çinigöl (2580 m.) denilen iki küçük gölde yaşar.
Denizli'ye has endemik Tavas kurbağası (Rana tavasensis).
Dişli
sazancıklar, ülkemizdeki en küçük boylu balıklardır. Pınar gibi su
kaynaklarında yaşarlar. Bunlardan biri büyük kısmı ilimiz sınırları içinde olan
Acıgöl’de, Gölcük (Isparta), Burdur ve Hazar Gölü’nde (Elazığ) yaşar. Endemik
olan diğer bir türü sadece Burdur Gölü’nde bulunur.
Anadolu stepleri geven türlerince zengindir.
Ülkemizde 347 türü bulunur. Bunlardan 222’si sadece ülkemize has türlerdir.
2004 yılı içinde valimizin ilimize
kazandırdığı “Anadolu’nun Kilidi Afyon” isimli eserde, ilimizdeki biyolojik
çeşitliliği anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümde, Afyonkarahisar sınırları
içinde 234 tür endemik bitki bulunduğu, bunların bazılarının ilimize has türler
olduğu ifade edilmiştir.
Yurdumuzda birçok
canlıyı olduğu gibi endemik türlerimizi de tehdit eden faktörler vardır.
Bunları yangınlar, aşırı otlatma, yoğun ilaçlama hatta iç sularımıza
gelişigüzel balık aşılama olarak sıralayabiliriz. Mesela Eğirdir Gölü’nde
önceden doğal olarak yaşayan 21 balık türü varken, göle Alman levreği aşılanmasıyla bu sayı 3’e
düşmüştür. İlimizdeki Eber Gölü’nde de böyle bir kayıp yaşanmış olabilir. Bu
göle, oldukça yırtıcı bir balık olan turna aşılanmıştır.
Endemik olsun, olmasın bütün biyolojik
zenginliklerimize sahip çıkalım.
GEYİKLERİMİZ
Geyik, Anadolu’da
binlerce yıldan beri, kutsal hayvan sayılmıştır. Hititlerin kutsal hayvanıdır.
(Kırların koruyucusu Dlamma, geyik sırtında dolaşır.) Geyikli Baba, geyiklerle
dosttur, onlarla gezer ve türbesinde geyik boynuzları asılıdır. Hâlâ çoğu
köyümüzde geyik mübarek bir hayvan kabul edilir ve eti yenmez.
Yurdumuzdaki üç
geyik türünün en yaygın olanı kızılgeyiktir. İlimizdeki geyikler de bu
türdendir. (Diğer ikisi, karaca ve alageyiktir.) 265cm.ye varan boyları ve 200
kg.ı bulan ağırlıklarıyla, oldukça iri hayvanlardır. Karışık ormanları tercih
ederler. Boynuzları her yıl atılır ve yeniden çıkar. Erkeklerin üreme zamanı
yaptıkları boynuz düelloları görülmeye değerdir. Beyaz benekli, şirin yavruları
vardır.
Afyonkarahisar’da
iki dağda geyik bulunmaktadır. Bunlar, Sultandağları ve Akdağ’dır.
Sultandağı
ilçemizde, bir geyik üretme istasyonu vardır. Burası ilçenin 20 km. kadar
güneyinde, Dort Deresi denilen yerdedir. İstasyon, 1987 yılında İstanbul
Belgrat Ormanı’ndan, iki erkek ve bir dişi geyik getirilerek, 40 dekarlık bir
sahada kurulmuştur. Günümüzde istasyonda 20 kadar geyik yaşamaktadır. Dort
Deresi, karaçam, sedir, ardıç, kavak, söğüt, çınar, ceviz, ahlat gibi çeşitli
bitkilerce zengin olup, geyiğin yaşamasına uygundur. Sahanın etrafı 4 km .lik beton direk ve tel
kafesle çevrilidir. Bekçi binası, yem deposu ve bazı sosyal tesisler de vardır.
İstasyonun kuruluş amacı, geyiği korumak, doğal denge içinde yeterli sayıya
ulaştırmak ve sayıları çok artarsa av işletmeciliğine açmaktır.
Akdağ’daki geyikler, tamamen doğal
ortamlarında yaşamaktadır. 1970 yılında, bu dağda çok az miktarda kalmış
geyikleri korumak amacıyla, Akdağ Yaban Hayatı Koruma Sahası kurulmuştur (27.094 hektar ). Bu
dağda kaç geyik olduğu konusunda bir bilgiye rastlamadım. Akdağ, Sandıklı
ilçemiz ile Denizli-Çivril ilçesi arasındadır. Yani geyikler Acıgöl’de olduğu
gibi, iki ilin ortak zenginliğidir.
Akdağ’ın uzantılarının ulaştığı Dinar ilçemizin de eski adı Geyikler’dir.
Bu adı, bir zamanlar yörede bol olan geyiklerden almış olabilir.
Kaynak:
İl Çevre ve Orman Müdürlüğü web sitesi.
HAYVAN DÖVÜŞTÜRME
İnsan ruhunu
anlamak zor. Birçok güzellik barındırdığı gibi kavgalar, savaşlar, ölümler
isteyen zalimce bir yönü de var. Bu kötü yönlerden biri de hayvanları
dövüştürüp, bundan zevk alabilmesidir. Küçükken karınca dövüştürme ile başlayan
bu acımasız eğlence, daha sonra yerini köpek, horoz dövüşü ve boğa güreşlerine
bırakıyor.
Zaman zaman
ülkemizin çeşitli yerlerinde, hayvan dövüşü yaptırıldığına dair haberler
duyuyoruz.
İki köpeği
kızdırıp daha sonra bunların birbirini parçalamasını izlemek nasıl bir zevk,
anlamak zor. Köpek yaratılış olarak saldırgan bir hayvandır. Kaynaklarda köpeğin
atasının kurt olduğu ve cilalı taş devrinde kurt yavrularından
evcilleştirildiği yazıyor. Onun saldırganlık zaafından yararlanmak doğru
değildir.
Hayvan dövüşü
denilince hemen akla gelen diğer bir hayvan da horozdur. Hint horozu veya
kartal horoz denilen bir horoz cinsiyle yapılır. Bu işle uğraşanlar horozlarını
itinayla beslerler. Kendi çocuklarına göstermedikleri ilgiyi horoza
gösterirler. Bütün hayvan dövüşlerinde olduğu gibi asıl amaç kumardır. Horozlar
üzerine bahisler oynanır. Bunlar mahalle aralarında, kahvehanelerde
dövüştürülür. İki hayvan birbirinin üstüne atılarak kızdırılır. Zavallılar
pençe darbeleriyle kan revan içinde kalırlar ve çoğunlukla kör olurlar.
Horozunu iki gözü kör oluncaya kadar dövüştüren bir adamın hayvan sevgisinden söz
etmek güçtür.
Artvin’de yapılan
boğa güreşleri ve Aydın’daki deve güreşlerinde hayvanlar genellikle
birbirlerine zarar vermez. Bunlar bütün memeli erkeklerinde görülen; dişi için
mücadele esasına dayanır. İspanya’daki boğa güreşlerinin ise savunulacak bir
durumu yoktur.
Bütün kötü
alışkanlıklar gibi hayvan dövüşleri de insanların yetersiz eğitim almasına
dayanıyor. Ailede, okulda köklü bir hayvan sevgisi verilmedikçe, bir ayağımız
uzaya adım atsa da öbür ayak kucağına bir horoz alacak ve uygun bir mahalle
arasına doğru gidecektir.
HAYVANAT BAHÇESİ
Babam bana ne
zaman sorsa:
— Seni nereye
götüreyim, diye.
Ben hemen yanıtlarım:
—Hayvanat
bahçesine…
Dizeleriyle
başlayan bir çocuk şiiri var. Bazen bizim çocuklarımız da durup dururken,
hayvanat bahçesine gitmek isterler. Niçin gidemediğimizi çocuklara anlatabilmek
zor. Çünkü onların dünyasında, bizim sayacağımız gayet ciddi nedenlere yer yok.
Gelin isterseniz, çocuklar gibi davranalım ve ilimiz için bir hayvanat bahçesi
hayali kuralım.
Bir hayvanat bahçesinin kurulması için, öncelikle
belediyelerin girişimde bulunması gerekir. Daha sonra biyologlar, ormancılar,
avcı dernekleri ve uluslar arası kurumların desteğiyle gelişir ve güzelleşir.
Birkaç yıl önce Gaziantep’te gayet modern ve güzel bir hayvanat bahçesi
kuruldu. Niçin Afyonkarahisar’ın da olmasın?
Hayvanat
bahçesine illa fil konacak diye bir şart yoktur. Önce yurdumuzun
hayvanlarından, meselâ ilimizin geyiklerinden başlanabilir. Sultandağları’ndan
bir çift kızıl geyik getirilebilir. Yine kurt, tilki, porsuk gibi etçilleri
doğadan yakalayıp koymak mümkündür. Daha önce Afyonkarahisar’da yaşamış yaban
koyunu, yaban keçisi gibi türler, Milli Parklar Müdürlüğü’nden temin
edilebilir. Ceylanpınar’da 700 kadar ceylan var. Arada şahıslara veya kurumlara
çiftler halinde satılıyor. Yine Bursa’da oynatılması yasaklanan ve galiba kısırlaştırılan
bozayılardan da istenebilir.
İstanbul-Şile'de özel bir hayvanat bahçesinde midilli atları (Temmuz-2011).
İstanbul-Şile'de özel bir hayvanat bahçesinde midilli atları (Temmuz-2011).
Örnekleri
çoğaltmak mümkündür. Sülün, bıldırcın, kınalı keklik gibi kuşları, üretim
yerlerinden temin etmek kolaydır. Afyonkarahisar’ın birbirinden güzel güvercin
ırklarından (Özellikle ödül almış, Afyon mermeri cinsi güvercinler.)
hazırlanacak özel bir bölümün, hayali bile çok hoş. Fil, zürafa, aslan gibi
yabancı ülkelere ait türler, imkânlar ölçüsünde, zamanla temin edilir.
Şehir merkezinde,
hayvanat bahçesi için uygun yerler çoktur. Mesire yeri Hıdırlık’ta veya Turgut
Özal Parkı’nın bir bölümünde kurulabilir.
Hayvanat
bahçeleri, nesli tükenmekte olan canlılar için bir sığınaktır. Eğitime yardımcı
olur ve bulundukları kentin gelişmesine, küçük ama önemli bir katkı yaparlar.
Afyonkarahisar’a da mutlaka yakışacaktır.
Geçen hafta Orman
Haftasıydı. Bütün yurtta olduğu gibi, ilimizde de haftayla ilgili etkinlikler
düzenlendi. AFÇEVDER’in, TEMA’cıların, kurumların, öğrencilerimizin,
askerlerimizin fidan diktiğini gazetelerden okuduk.
Biz de geçen
perşembe günü, okulumuzun bahçesine ( Özlem Özyurt İ.Ö.Okulu ) fidan diktik.
Bunun için bir gün önce, Semt Pazarı’ndan fidanlar alındı. Öğrencilerimiz küçük
harçlıklarından fedakârlık yaparak, fidan alımına katkıda bulundular.
O sabah,
öğretmenler odasına bir mazı fidanı getirilmişti. Bunun ne kadar boylandığı
üzerine hararetli bir tartışma vardı. Derken, büyük sınıflar dikim
çalışmalarına başladı. Bu sırada küçükler, heyecanla ağabeylerini, ablalarını
seyrediyorlardı. Güneş yüzünü, Hıdırlık sırtlarının üzerinden göstermişti.
Karşımızda kale, bir kartal yuvası heybetiyle duruyordu. Sınıflar bahçeyi cıvıl
cıvıl doldurmuştu. Önce Cemal, Savaş, Ali ağabeylerinin açtığı çukurları,
imrenerek izlediler. Bu çukurlara akasya, ıhlamur, ayva, mazı, salkım söğüt
fidanları dikildi. Kovalarla taşınan sular, bu minik ağaçların dibine döküldü.
Bazı öğrenciler, bir köşede bolca buldukları sümbül fidelerini de fidanlarının
havuzuna diktiler. Rehberlikçimiz her sınıf için bir slogan hazırlayıp,
bilgisayardan çıkartmıştı. Poşet dosyalara konmuş bu sloganları fidanlarımıza
bağladık. Dikilen fidanların başında fotoğraflar çekildi; baharla, ormanla
ilgili şarkılar söylendi.
Öğrencilerimiz
ilerde belki, Denizlili, Yozgatlı, Artvinli öğretmenlerinin adlarını, yüzlerini
unutacaklar. Oysa diktikleri bu fidanlar, bizden daha kalıcı olacak.
Gölgelerinde çocukları, torunları mutlulukla oynayacak.
Son teneffüste,
sözlerini unuttuğum bir orman şarkısını arkadaşlardan öğrendim. Müzik dersinde
öğrencilere öğrettim. Çoğumuzun çocukluğunda duyduğu bu şarkının sözleri
şöyleydi:
Dağlar, taşlar ağaç olacak!
Yaz gelecek, kış
geçecek,
Ülkemiz cennet olacak.
Kazmalar elimizde, çukur açalım.
Kürekler elimizde,
toprak atalım.
Yaz demeden, kış
demeden ağaç dikelim.
DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ
Geçtiğimiz 5 Haziran, Dünya Çevre Günü’ydü. İlimizde de çeşitli çevre
etkinlikleri düzenlendi. Minik izcilerimizin Kocatepe’ye yürüdüğünü, okuduk.
Çevre bilincinin küçük yaşlarda kazanıldığının güzel bir örneğiydi. Sağlıklı,
temiz bir çevrede yaşamak, öncelikle çocuklarımızın hakkı.
Günümüzde çevre, sürekli gündemde olan bir konu haline gelmiştir. Öyle
de olmalıdır. Çünkü bizim de bir parçası olduğumuz doğal çevre, günden güne
bozuluyor. Bitki ve hayvan türlerimizin yok olması, içme sularımızın
kirlenmesi, topraklarımızın bir daha dönmemek üzere denizlere akıp gitmesi ve
her geçen gün tabiattan biraz daha uzaklaşıp, kendimizi beton yığınları içine
hapsetmemiz, bir günde hatırlanıp daha sonra unutulacak bir konu değildir.
Sağlıklı bir çevrede yaşama bilincini, hayatımızın her anına sokmamız gerekir.
Bunun için büyük fedakârlıklar yapmaya da gerek yok. Elinizdeki küçük bir banka
sıra numarası kâğıdını, bir çöp bidonu buluncaya kadar ısrarla yere
atmıyorsanız tebrikler. Siz de çevreciler kervanındasınız.
Çevreci olmak, bitkileri, hayvanları ve kendimizi bir bütün olarak
görmektir. Bir su kaplumbağasını soğuk, çirkin bir yaratık olarak düşünmek
yerine, derisini kaplayan sarı beneklerin güzelliğinin farkında olmaktır.
Yılanlara sinsi, kötü, her görüldüğü yerde başının ezilmesi gereken varlıklar
gözüyle bakmak yerine, tarım zararlılarını azaltan, çiftçinin sadık
yardımcıları olarak kabul etmektir. Bina yapmak için yıkılan her ağacın,
köklenen her bağın ardından nefesinin daraldığını, oksijensiz kaldığını
hissedebilmektir.
Romalı dostumuz, Kemerkaya Yazıtı’nda, 2000 yıl öncesinde ne diyordu?
―“Eğer bir kişi lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse;
ormanı yakar, çiçekleri yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin,
çocukları kendinden önce ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.”
Şimdi bunu biraz değiştirerek yeniden söyleyelim:
― “Eğer bir kişi tüm canlıları korur, severse, ağaçları kesmez, türleri
yok etmez ve gelecek nesillere daha yaşanılır bir çevre bırakırsa Allah ne
muradı varsa versin, hanesi şen olsun, çoluk çocuğu bahtiyar olsun!”
Evliya Çelebi’nin
Gözüyle;
KARAHİSAR KALESİ
Bu sonbahar günü sıkıldınız, yapacak bir iş bulamadınız mı? Gelin
isterseniz Evliya Çelebi’ye takılalım ve yeşillikler içinde, bir eski zaman
Karahisar’ına çıkalım.
“
Karahisar-ı Sahip derler. Osmanlı ülkesinde altı adet Karahisar vardır. Bu
Anadolu Karahisar’ını sancak beyi yönetir…
Kalesini
Rum kayseri yaptırmıştır. Sonra Selçuklulardan Sultan Alâeddin, Rum keferesi
elinden fethetmiştir. Daha sonra Sultan Orhan, Germiyanoğulları elinden
almıştır.
Yalçın
kalesine, eteklerimi belime dolayarak çıkıp seyrettim. Kapısı batıya bakar.
Kapısının üst eşiğinde şu tarihler var: ( Çelebimiz burada, biri Selçuklu
sultanı Alâeddin Keykubat’a, diğeri Osmanlılardan Sultan Selim Han’a ait iki
kitabeden söz eder. Bunlar işgal sırasında, İngilizler tarafından sökülüp
götürülmüştür. )
Bu
kale, Karahisar Ovası’nın güneyinde, gayet yüksek ve yalçın bir kayalık dağın
tepesindedir. Aşağı şehirde, Ulu Cami önündeki aşağı kale kapısından girip, bu
kalenin ta tepesindeki Hünkâr Camisi’ne kadar, tam iki saatte çıktım. Kalenin
tepesindeki Sultan Keykubat Camisi, küçüktür ama sanatlıdır. Mihrabı baştanbaşa
çinilidir. Fakat minaresi yoktur. Zelzeleden yıkılmıştır. Caminin sağında
Kırklar Makamı vardır.
Bu iç
kalede buğday ambarları, cephanelik, su sarnıçları var. Yılan ve çiyan çoktur.
Beşgen şeklinde bir kaledir. Etrafı iki bin adımdır.
Bu
kalede, Kuşlu Sarnıcı denilen yerde ve bir de ileri çıkmış bir kayanın üzerinde
oturup, Allah’ın yarattıklarını seyrettim. Ta Altıntaş Ovası’na, Seyitgazi ve
Konya yollarına kadar, ova ve çimenleri seyrettim. Bu kalede insan yoktur ama
şehir zenginlerinin kilitli mahzenleri vardır. Bir kuşatma olursa veya Celali
eşkıyası gelirse herkes kıymetli eşyalarını, bu kalede saklar. Onun için kapısı
daima bekçilerle tutulmuştur. Bu yalçın kaleden, sekiz yüz adımda Ortahisar’a
geldim…”
Aradan
geçen yıllar, Evliya Çelebi’nin gördüklerinin çoğunu silip götürse de kalemiz
yine, bütün heybetiyle şehrimizi süslüyor.
Kaynak: İ. Ünver NASRATTINOĞLU. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar ve düşündürdükleri. 2. Afyonkarahisar Arş.
Semp. Bildirileri 1991
Acıgöl’ün Pembe Süsleri:
FLAMİNGOLAR
Afyonkarahisar-Denizli sınırındaki
Acıgöl, birçok kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu yüzden haklı olarak “kuş
cenneti” sıfatını almıştır. Acıgöl’de
yaşayan kuşların en ilgi çekeni flamingolardır. Bu kuşlar gölün sembolü haline
gelmişlerdir.
Flamingoların genel renkleri pembemsi
beyazdır. Bacaklar kırmızı, gaga ve kanatlar kırmızı-siyah renktedir. Boyun ve
bacakları çok uzundur. 127 santimetreye ulaşan boylarıyla, oldukça iri
kuşlardır.
İri görünümlerine bakıp
da bunların balık yediğini falan düşünmeyin. Flamingolar, kıvrık gagalarını sık
sık çamura daldırırlar. Çamuru süzerek, içindeki küçük omurgasızları yutarlar.
Başlıca gıdalarını, tuzlu sularda yaşayan ve Artemia salina denilen kabuklu hayvancıklar oluşturur.
Bu gösterişli kuşun en büyük şansı, etinin
lezzetli olmamasıdır. Genellikle av kuşu sayılmaz. Her ne kadar Roma
imparatorları, bu kuşların dillerine düşkün olup, ziyafetlerinde konuklarına
sunmuşlarsa da günümüzde açlık çeken bazı yerler dışında pek avlanmaz. İnsanlar
flamingoları daha çok, güzel tüyleri için avlamışlardır.
Flamingonun geniş bir yayılışı vardır.
İspanya’dan, Kırgız bozkırlarına, Afrika’dan, Hindistan’a kadar olan bölgelerde
yaşar. Yurdumuzda Tuzgölü, Çamaltı Tuzlası (İzmir) ve Sultansazlığı’nda
(Kayseri) kuluçkaya yatar. Beslenmek ya da kışlamak için, İznik Gölü, Ayvalık
sahilleri, Acıgöl, Burdur Gölü, bazen Akşehir ve Eber göllerinde; daha doğuda
Hazar, Van ve Erçek göllerinde de görülür.
Günümüzde çoğu kuş türü gibi flamingolar da
azalma eğilimindedir. Bu kuşların yaşadığı göllerin kenarına, kimyasal madde
üreten fabrikalar kurulmaktadır. Böylece yaşadıkları doğal ortamlar giderek
daralmaktadır.
BENEKLİLER KURTULDU
Hızla
artan şehirleşme, birçok canlı türünün yaşadığı doğal ortamları yok ediyor. Bu
baharda böyle canlı bir örneğe şahit oldum.
Uydukent
civarında, galiba Akarçay’ın kolu olan bir dere var. Oldukça kirli olan bu
dere, Alparslan Türkeş Köprülü Kavşağı’nın yapımından sonra ikiye bölündü ve
suyunu çekmeye başladı. Derenin kapatılması için, kenarlarına inşaatlardan
çıkan toprak ve molozlar döküldü. Son bir ayda su kaybı hızlandı.
Oysa bu
derede yaşayan bazı canlı türleri vardı. Su kurbağaları, su yılanları, soyu
tehlikede olan yeşil ayaklı su tavuğu ve en çok da benekli kaplumbağalar. Bir
tür tatlı su kaplumbağası olan bu türde, vücut sarı beneklerle kaplı. Önceleri
nadiren görülen ve hemen kendini suya atan benekliler, suyun çekilmesiyle daha
çok görülmeye başlandı. Hatta civardaki çocuklar bu kaplumbağalardan birkaçını
yakalayıp asfalt yolda ezmişler.
Kırka Deresi'nden bir benekli kaplumbağa (Emys orbicularis) (Kırka Kasabası-Sinanpaşa/Afyonkarahisar).
İki gün sonra dört kişilik bir ekiple
ilgili yere geldiler. Su kaplumbağası yakalamak sandığımız kadar kolay değildi.
Benekliler bir hareketlilik gördüğünde hemen kendini suya atıyor ve çamurlu
zemine gömülüyordu. Onlar sadece iki kaplumbağa yakalayabilmişler. Ekibe katıldıktan
sonra bir tane de ben yakaladım. Bir gün önce de iki tane su yılanı yakalayıp
müdürlüğe teslim etmiştim.
Çaresiz operasyona son verip birkaç
gün sonra yeniden denemeye karar verdik. Ekip, yakalanan kaplumbağa ve
yılanları Erkmen’deki gölete bırakmak üzere ayrıldı. Sular iyice çekilince
sığınabilecekleri bir balçık da kalmayacak. Böylece beneklileri yakalamak
kolaylaşacak.
Not: Başvurumu ciddiye alarak harekete
geçen Milli Park Müdürlüğü çalışanlarına içten teşekkürler.
BİR SİTE DOĞUYOR
Şehrimiz büyük bir hızla Harbiş’e, Ataköy’e, Uydukent’e doğru
genişliyor. Her gün yeni yeni apartmanlar, siteler için temeller atılıyor.
Yapılan her bina, doğal çevremizi az çok değiştiriyor ve orada yaşayan pek çok
canlıyı ortadan kaldırıyor. Şimdi bunu bir örnekle açıklayalım.
Yer,
Uydukent civarı. İki yıl önce burası, etrafı taş duvarla çevrili, büyük bir
tarlaydı. Bir kısmında bademler, asmalar, armutlar, kavaklar olan bakımsız bir
bağ vardı. Duvar diplerinde böğürtlenler, kuşburnular hayat buluyordu. Tarla
kısmı sığırkuyrukları, ballıbabalar ve sarı, kırmızı, mor renkli sayısız kır
çiçeğiyle kaplıydı. Kızımla buraya uçurtma uçurmaya giderdik. Civarda oturan
kadınlar, böreklik ot toplarlardı. Arada koyun sürüleri ve inekler de tarlada
görülürdü.
Bir gün
tarlada ansızın kepçeler, kamyonlar göründü. Kavaklar, bademler, asmalar,
armutlar kesildi. Çevredeki çiftliklerde oturanlar, günlerce ağaç dallarını
taşıdı.
Bu yazıyı fotoğrafta görülen sitemiz için kaleme almıştım.
Bu yazıyı fotoğrafta görülen sitemiz için kaleme almıştım.
Arsanın
yanında, oldukça kirli bir dere vardı. Kokudan kurtulmak için derenin bir kısmı
dolduruldu. En kirli sulara bile dayanabilen tatlısu kaplumbağaları ve
kurbağalar, susuzluğa dayanamadılar. Derenin kurumasıyla birlikte ortadan
kalktılar. Yine derenin kenarındaki otluklarda gizlenen, siyah-kırmızı renkli,
bir tür sutavuğu ailesi de görünmez oldu.
Ara sıra
bu civarda görülen iri yeşilkertenkeleler, tarla kertenkeleleri ve kara
kaplumbağaları artık yok. Kaybolan kır çiçeklerinin yerine tek tip İngiliz
çimleri ekildi. Kuşburnu ve böğürtlenler ise taş duvarın dibinde son ilkbaharlarını
yaşıyorlar. Sitenin inşaat işleri tamamlandığında, bu duvara da sıra gelecek.
Burada
anlattıklarım, Afyonkarahisar’daki yapılaşmanın küçük bir örneği. İl merkezinin
akciğeri diyebileceğimiz yeşil Erkmen’de bile, villalar, toplu konutlar
yapılıyor. Bir Erkmenliden duyduğuma göre kasabadaki arsa fiyatları son
yıllarda patlama yapmış. Uzun sözün kısası, kendi elimizle yeşilliklerimizi
hızla yok ediyoruz.
AVCILIK ZAAFIMIZ
Avcılık, bizde
kökü derinlere giden bir gelenektir. Türk sultanlarının çoğu avcılıkla
uğraşmıştır. Selçuklu sultanı Melikşah’ın, av hayvanlarının kafalarından bir
gözetleme kulesi yaptırdığı kaydedilir. Fatih’in emrinde yedi binden fazla
doğancı ve köpek bakıcısının olduğu bilinmektedir. Dedem Korkud’un kitabında
Salur Kazan, oturmaktan sıkılan Oğuz beylerine: “Yürüyelim a beyler! Av
avlayalım, kuş kuşlayalım, sığın geyik yıkalım…” der. Köroğlu’ndan sonrası
malum. Delikli demir icat edilmiş ve yürürden, uçardan ne varsa peşine
düşülmüştür. Avcılık folklorumuza da girmiştir. Kara gözlü ceylanlara,
alageyiklere yakılan türkülerimiz az değildir.
Böylesine teşvik edilen avcılığın
yaygınlaşması doğaldır. Erkeklerimizin çoğunun az veya çok avcılık yönü vardır.
Evlerimizde ruhsatlı-ruhsatsız bir av tüfeği bulundurmak adettendir. Av
malzemeleri sektörü hızla gelişmekte, vitrinleri birbirinden farklı av
tüfekleri süslemektedir. Av kanunları, avcı derneklerinin yaptırımları
içimizdeki avcıyı yıldıramamaktadır.
Avcılığın bazen vicdansızlığa varan yöntemleri
de vardır. Far ışığıyla tavşan, elektrik şokuyla balık, siyanürle tilki avlama
gibi. Son yıllarda yol kenarı avcılığı da yaygınlaşmıştır. Kar her yeri
örttüğünde kuşlar yol kenarlarına yaklaşarak araçlardan atılan yiyeceklere
muhtaç olurlar. Bunu fırsat bilen avcılar da onları avlamaktadır.
Avcılık aslında
bir spordur. Yoğun iş ve şehir yaşantısından uzaklaşıp doğaya çıkmak, temiz
hava alıp yeşillikler içinde akşama kadar dolaşmak ruhumuzu dinlendirir. Bazı
avcılar için bir şeyler vurmak ikinci planda kalmaktadır. Hayvanları öldürmek
yerine elimize bir dürbün alıp kuşları,
memelileri doğal ortamlarında gözlesek; onların hareketlerini,
yavrularını beslemelerini canlı bir belgesel gibi izlesek, herhalde daha mutlu
oluruz.
Yakında
Afyonkarahisar’ımıza kar yağacak ve her yeri beyaz bir örtü gibi kaplayacak.
Artık sığırcıklar, güvercinler kümeler halinde yiyecek peşine düşecektir.
Göllere, sazlıklara ördekler, balıkçıllar, mekeler doluşacaktır. Yaban kazları
ekili tarlalara yayılacak, tilkiler, tavşanlar karda kendilerine has izler
bırakacaktır. Gelin onları bu hayatta kalma çabalarıyla baş başa bırakalım.
Evde çayımızı yudumlarken çocuklarımıza zaman ayıralım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder