SELİN ESER'İN YAZARLIK DÜNYASI: TÜM YAZILARIM
A) Hikaye ve Masal Denemelerim:
REN...: TÜM YAZILARIM A) Hikaye ve Masal Denemelerim: RENKLERİN KAVGASI Bir zamanlar uzak ülkelerde sürekli kavga eden renkler yaşardı. Aslında...
Afyonkarahisar'a ÇEVRECİ BAKIŞ
23 Şubat 2013 Cumartesi
19 Mayıs 2012 Cumartesi
AFYON DOĞASI
19 MAYIS 2012 ÖZDİLEK RAMPASI GÖZLEMİM
19 Mayıs günü öğleden sonra, saat 14.00 civarında Özdilek'in batısındaki yokuş civarına bir gezi yaptım. Rampanın başlangıcında sol tarafta yoldan görünmeyen küçük bir gölet var. Bu göletin yukarı kısımlarında gördüğüm değişik canlıları görüntüledim.
Gezi güzergahım: Görünen yol Afyon-İzmir Karayolu.
Tosbağa (Testudo graeca).
Çiyan (Scolopendra sp.) Çiyanlar taşlar altında gizli bir hayat yaşarlar. Geceleri çıkar ce çeşitli omurgasızları yakalayarak beslenirler. Başın altında bir çift kanca şeklinde zehir aygıtları bulunur. Zehirleri genellikle öldürücü değildir.
İri yeşil kertenkele yavrusu (Lacerta trilineata). Bu yavrucağın çizgileri büyüdükçe kaybolacak ve rengi de düz yeşile dönecek. Boyu da kuyrukla beraber 40 cm'yi bulacak.
Ayıpençesi (Acanthus sp.)
İparhan (Melitea sp.) cinsinden bir kelebek. İparhan adı onurlu bir Türk kızından geliyor. Zamanın Çin İmparatoru, Uygur Bölgesi'nde iğde kokulu güzel bir kız yaşadığını öğrenir. İparhan adlı bu kızı sarayına getirtir. Ancak kız tüm zorlamalara rağmen onun eşi olmayı reddeder ve canına kıyar. Bu kelebek de İparhan kadar güzel olduğu için bu ad verilmiş.
Yakı böceği (Meloe sp.) dişileri. Yakı böcekleri oldukça zehirlidir. Kantaridin adlı bu zehir kanlarında ve dokularında bulunur. Bu iki kız kardeşi yeseniz belki öldürebilir.
Akyıldız (Ornithogalum sp.) cinsinden soğanlı bir çiçek. Akyıldız yumruları kolşisin maddesi içerdiğinden yendiğinde zehirlenme görülür.
Hayatının baharında bir tosbağa (Testudo graeca) yavrusu.
Kaya diplerinde çan çiçekleri (Campanula sp.) açmış.
Bir çift kızkemeri (Geophilus sp.) Kızkemerleri çiyanlarla aynı gruptadır ve taşlar altında gizli bir hayat sürerler.
Güzel renkli ve hoş kokulu bir kekik (Thymus sp.) türü. Afyon'un yakın çevresindeki kayalık alanlarda yaygın olarak yayılış gösteriyor.
18 Şubat 2012 Cumartesi
ENDEMİK TÜRLER
ENDEMİK
TÜRLER
Endemik türler, dünyada sadece sınırlı bir coğrafyada
yaşayan canlılardır. Bu bir göl, dağ, akarsu ya da ülke olabilir. Endemizm
bitkilerde daha yaygındır. Bu yazımızda yurdumuzda bulunan bazı endemik türlere
örnekler vereceğiz.
Kazdağı köknarı,
yalnızca Kazdağı’nın 1200 1300 metre yüksekliklerinde yayılış gösteren nadir
bir ağaç türümüzdür.
Anadolu dağ
kurbağalarından olan Toros kurbağası endemik olup, sadece Bolkar Dağları’nda
Karagöl (2500 m.) ve Çinigöl (2580 m.) denilen iki küçük gölde yaşar.
Denizli'ye has endemik Tavas kurbağası (Rana tavasensis).
Dişli
sazancıklar, ülkemizdeki en küçük boylu balıklardır. Pınar gibi su
kaynaklarında yaşarlar. Bunlardan biri büyük kısmı ilimiz sınırları içinde olan
Acıgöl’de, Gölcük (Isparta), Burdur ve Hazar Gölü’nde (Elazığ) yaşar. Endemik
olan diğer bir türü sadece Burdur Gölü’nde bulunur.
Anadolu stepleri geven türlerince zengindir.
Ülkemizde 347 türü bulunur. Bunlardan 222’si sadece ülkemize has türlerdir.
2004 yılı içinde valimizin ilimize
kazandırdığı “Anadolu’nun Kilidi Afyon” isimli eserde, ilimizdeki biyolojik
çeşitliliği anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümde, Afyonkarahisar sınırları
içinde 234 tür endemik bitki bulunduğu, bunların bazılarının ilimize has türler
olduğu ifade edilmiştir.
Yurdumuzda birçok
canlıyı olduğu gibi endemik türlerimizi de tehdit eden faktörler vardır.
Bunları yangınlar, aşırı otlatma, yoğun ilaçlama hatta iç sularımıza
gelişigüzel balık aşılama olarak sıralayabiliriz. Mesela Eğirdir Gölü’nde
önceden doğal olarak yaşayan 21 balık türü varken, göle Alman levreği aşılanmasıyla bu sayı 3’e
düşmüştür. İlimizdeki Eber Gölü’nde de böyle bir kayıp yaşanmış olabilir. Bu
göle, oldukça yırtıcı bir balık olan turna aşılanmıştır.
Endemik olsun, olmasın bütün biyolojik
zenginliklerimize sahip çıkalım.
GEYİKLERİMİZ
Geyik, Anadolu’da
binlerce yıldan beri, kutsal hayvan sayılmıştır. Hititlerin kutsal hayvanıdır.
(Kırların koruyucusu Dlamma, geyik sırtında dolaşır.) Geyikli Baba, geyiklerle
dosttur, onlarla gezer ve türbesinde geyik boynuzları asılıdır. Hâlâ çoğu
köyümüzde geyik mübarek bir hayvan kabul edilir ve eti yenmez.
Yurdumuzdaki üç
geyik türünün en yaygın olanı kızılgeyiktir. İlimizdeki geyikler de bu
türdendir. (Diğer ikisi, karaca ve alageyiktir.) 265cm.ye varan boyları ve 200
kg.ı bulan ağırlıklarıyla, oldukça iri hayvanlardır. Karışık ormanları tercih
ederler. Boynuzları her yıl atılır ve yeniden çıkar. Erkeklerin üreme zamanı
yaptıkları boynuz düelloları görülmeye değerdir. Beyaz benekli, şirin yavruları
vardır.
Afyonkarahisar’da
iki dağda geyik bulunmaktadır. Bunlar, Sultandağları ve Akdağ’dır.
Sultandağı
ilçemizde, bir geyik üretme istasyonu vardır. Burası ilçenin 20 km. kadar
güneyinde, Dort Deresi denilen yerdedir. İstasyon, 1987 yılında İstanbul
Belgrat Ormanı’ndan, iki erkek ve bir dişi geyik getirilerek, 40 dekarlık bir
sahada kurulmuştur. Günümüzde istasyonda 20 kadar geyik yaşamaktadır. Dort
Deresi, karaçam, sedir, ardıç, kavak, söğüt, çınar, ceviz, ahlat gibi çeşitli
bitkilerce zengin olup, geyiğin yaşamasına uygundur. Sahanın etrafı 4 km .lik beton direk ve tel
kafesle çevrilidir. Bekçi binası, yem deposu ve bazı sosyal tesisler de vardır.
İstasyonun kuruluş amacı, geyiği korumak, doğal denge içinde yeterli sayıya
ulaştırmak ve sayıları çok artarsa av işletmeciliğine açmaktır.
Akdağ’daki geyikler, tamamen doğal
ortamlarında yaşamaktadır. 1970 yılında, bu dağda çok az miktarda kalmış
geyikleri korumak amacıyla, Akdağ Yaban Hayatı Koruma Sahası kurulmuştur (27.094 hektar ). Bu
dağda kaç geyik olduğu konusunda bir bilgiye rastlamadım. Akdağ, Sandıklı
ilçemiz ile Denizli-Çivril ilçesi arasındadır. Yani geyikler Acıgöl’de olduğu
gibi, iki ilin ortak zenginliğidir.
Akdağ’ın uzantılarının ulaştığı Dinar ilçemizin de eski adı Geyikler’dir.
Bu adı, bir zamanlar yörede bol olan geyiklerden almış olabilir.
Kaynak:
İl Çevre ve Orman Müdürlüğü web sitesi.
HAYVAN DÖVÜŞTÜRME
İnsan ruhunu
anlamak zor. Birçok güzellik barındırdığı gibi kavgalar, savaşlar, ölümler
isteyen zalimce bir yönü de var. Bu kötü yönlerden biri de hayvanları
dövüştürüp, bundan zevk alabilmesidir. Küçükken karınca dövüştürme ile başlayan
bu acımasız eğlence, daha sonra yerini köpek, horoz dövüşü ve boğa güreşlerine
bırakıyor.
Zaman zaman
ülkemizin çeşitli yerlerinde, hayvan dövüşü yaptırıldığına dair haberler
duyuyoruz.
İki köpeği
kızdırıp daha sonra bunların birbirini parçalamasını izlemek nasıl bir zevk,
anlamak zor. Köpek yaratılış olarak saldırgan bir hayvandır. Kaynaklarda köpeğin
atasının kurt olduğu ve cilalı taş devrinde kurt yavrularından
evcilleştirildiği yazıyor. Onun saldırganlık zaafından yararlanmak doğru
değildir.
Hayvan dövüşü
denilince hemen akla gelen diğer bir hayvan da horozdur. Hint horozu veya
kartal horoz denilen bir horoz cinsiyle yapılır. Bu işle uğraşanlar horozlarını
itinayla beslerler. Kendi çocuklarına göstermedikleri ilgiyi horoza
gösterirler. Bütün hayvan dövüşlerinde olduğu gibi asıl amaç kumardır. Horozlar
üzerine bahisler oynanır. Bunlar mahalle aralarında, kahvehanelerde
dövüştürülür. İki hayvan birbirinin üstüne atılarak kızdırılır. Zavallılar
pençe darbeleriyle kan revan içinde kalırlar ve çoğunlukla kör olurlar.
Horozunu iki gözü kör oluncaya kadar dövüştüren bir adamın hayvan sevgisinden söz
etmek güçtür.
Artvin’de yapılan
boğa güreşleri ve Aydın’daki deve güreşlerinde hayvanlar genellikle
birbirlerine zarar vermez. Bunlar bütün memeli erkeklerinde görülen; dişi için
mücadele esasına dayanır. İspanya’daki boğa güreşlerinin ise savunulacak bir
durumu yoktur.
Bütün kötü
alışkanlıklar gibi hayvan dövüşleri de insanların yetersiz eğitim almasına
dayanıyor. Ailede, okulda köklü bir hayvan sevgisi verilmedikçe, bir ayağımız
uzaya adım atsa da öbür ayak kucağına bir horoz alacak ve uygun bir mahalle
arasına doğru gidecektir.
HAYVANAT BAHÇESİ
Babam bana ne
zaman sorsa:
— Seni nereye
götüreyim, diye.
Ben hemen yanıtlarım:
—Hayvanat
bahçesine…
Dizeleriyle
başlayan bir çocuk şiiri var. Bazen bizim çocuklarımız da durup dururken,
hayvanat bahçesine gitmek isterler. Niçin gidemediğimizi çocuklara anlatabilmek
zor. Çünkü onların dünyasında, bizim sayacağımız gayet ciddi nedenlere yer yok.
Gelin isterseniz, çocuklar gibi davranalım ve ilimiz için bir hayvanat bahçesi
hayali kuralım.
Bir hayvanat bahçesinin kurulması için, öncelikle
belediyelerin girişimde bulunması gerekir. Daha sonra biyologlar, ormancılar,
avcı dernekleri ve uluslar arası kurumların desteğiyle gelişir ve güzelleşir.
Birkaç yıl önce Gaziantep’te gayet modern ve güzel bir hayvanat bahçesi
kuruldu. Niçin Afyonkarahisar’ın da olmasın?
Hayvanat
bahçesine illa fil konacak diye bir şart yoktur. Önce yurdumuzun
hayvanlarından, meselâ ilimizin geyiklerinden başlanabilir. Sultandağları’ndan
bir çift kızıl geyik getirilebilir. Yine kurt, tilki, porsuk gibi etçilleri
doğadan yakalayıp koymak mümkündür. Daha önce Afyonkarahisar’da yaşamış yaban
koyunu, yaban keçisi gibi türler, Milli Parklar Müdürlüğü’nden temin
edilebilir. Ceylanpınar’da 700 kadar ceylan var. Arada şahıslara veya kurumlara
çiftler halinde satılıyor. Yine Bursa’da oynatılması yasaklanan ve galiba kısırlaştırılan
bozayılardan da istenebilir.
İstanbul-Şile'de özel bir hayvanat bahçesinde midilli atları (Temmuz-2011).
İstanbul-Şile'de özel bir hayvanat bahçesinde midilli atları (Temmuz-2011).
Örnekleri
çoğaltmak mümkündür. Sülün, bıldırcın, kınalı keklik gibi kuşları, üretim
yerlerinden temin etmek kolaydır. Afyonkarahisar’ın birbirinden güzel güvercin
ırklarından (Özellikle ödül almış, Afyon mermeri cinsi güvercinler.)
hazırlanacak özel bir bölümün, hayali bile çok hoş. Fil, zürafa, aslan gibi
yabancı ülkelere ait türler, imkânlar ölçüsünde, zamanla temin edilir.
Şehir merkezinde,
hayvanat bahçesi için uygun yerler çoktur. Mesire yeri Hıdırlık’ta veya Turgut
Özal Parkı’nın bir bölümünde kurulabilir.
Hayvanat
bahçeleri, nesli tükenmekte olan canlılar için bir sığınaktır. Eğitime yardımcı
olur ve bulundukları kentin gelişmesine, küçük ama önemli bir katkı yaparlar.
Afyonkarahisar’a da mutlaka yakışacaktır.
Geçen hafta Orman
Haftasıydı. Bütün yurtta olduğu gibi, ilimizde de haftayla ilgili etkinlikler
düzenlendi. AFÇEVDER’in, TEMA’cıların, kurumların, öğrencilerimizin,
askerlerimizin fidan diktiğini gazetelerden okuduk.
Biz de geçen
perşembe günü, okulumuzun bahçesine ( Özlem Özyurt İ.Ö.Okulu ) fidan diktik.
Bunun için bir gün önce, Semt Pazarı’ndan fidanlar alındı. Öğrencilerimiz küçük
harçlıklarından fedakârlık yaparak, fidan alımına katkıda bulundular.
O sabah,
öğretmenler odasına bir mazı fidanı getirilmişti. Bunun ne kadar boylandığı
üzerine hararetli bir tartışma vardı. Derken, büyük sınıflar dikim
çalışmalarına başladı. Bu sırada küçükler, heyecanla ağabeylerini, ablalarını
seyrediyorlardı. Güneş yüzünü, Hıdırlık sırtlarının üzerinden göstermişti.
Karşımızda kale, bir kartal yuvası heybetiyle duruyordu. Sınıflar bahçeyi cıvıl
cıvıl doldurmuştu. Önce Cemal, Savaş, Ali ağabeylerinin açtığı çukurları,
imrenerek izlediler. Bu çukurlara akasya, ıhlamur, ayva, mazı, salkım söğüt
fidanları dikildi. Kovalarla taşınan sular, bu minik ağaçların dibine döküldü.
Bazı öğrenciler, bir köşede bolca buldukları sümbül fidelerini de fidanlarının
havuzuna diktiler. Rehberlikçimiz her sınıf için bir slogan hazırlayıp,
bilgisayardan çıkartmıştı. Poşet dosyalara konmuş bu sloganları fidanlarımıza
bağladık. Dikilen fidanların başında fotoğraflar çekildi; baharla, ormanla
ilgili şarkılar söylendi.
Öğrencilerimiz
ilerde belki, Denizlili, Yozgatlı, Artvinli öğretmenlerinin adlarını, yüzlerini
unutacaklar. Oysa diktikleri bu fidanlar, bizden daha kalıcı olacak.
Gölgelerinde çocukları, torunları mutlulukla oynayacak.
Son teneffüste,
sözlerini unuttuğum bir orman şarkısını arkadaşlardan öğrendim. Müzik dersinde
öğrencilere öğrettim. Çoğumuzun çocukluğunda duyduğu bu şarkının sözleri
şöyleydi:
Dağlar, taşlar ağaç olacak!
Yaz gelecek, kış
geçecek,
Ülkemiz cennet olacak.
Kazmalar elimizde, çukur açalım.
Kürekler elimizde,
toprak atalım.
Yaz demeden, kış
demeden ağaç dikelim.
DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ
Geçtiğimiz 5 Haziran, Dünya Çevre Günü’ydü. İlimizde de çeşitli çevre
etkinlikleri düzenlendi. Minik izcilerimizin Kocatepe’ye yürüdüğünü, okuduk.
Çevre bilincinin küçük yaşlarda kazanıldığının güzel bir örneğiydi. Sağlıklı,
temiz bir çevrede yaşamak, öncelikle çocuklarımızın hakkı.
Günümüzde çevre, sürekli gündemde olan bir konu haline gelmiştir. Öyle
de olmalıdır. Çünkü bizim de bir parçası olduğumuz doğal çevre, günden güne
bozuluyor. Bitki ve hayvan türlerimizin yok olması, içme sularımızın
kirlenmesi, topraklarımızın bir daha dönmemek üzere denizlere akıp gitmesi ve
her geçen gün tabiattan biraz daha uzaklaşıp, kendimizi beton yığınları içine
hapsetmemiz, bir günde hatırlanıp daha sonra unutulacak bir konu değildir.
Sağlıklı bir çevrede yaşama bilincini, hayatımızın her anına sokmamız gerekir.
Bunun için büyük fedakârlıklar yapmaya da gerek yok. Elinizdeki küçük bir banka
sıra numarası kâğıdını, bir çöp bidonu buluncaya kadar ısrarla yere
atmıyorsanız tebrikler. Siz de çevreciler kervanındasınız.
Çevreci olmak, bitkileri, hayvanları ve kendimizi bir bütün olarak
görmektir. Bir su kaplumbağasını soğuk, çirkin bir yaratık olarak düşünmek
yerine, derisini kaplayan sarı beneklerin güzelliğinin farkında olmaktır.
Yılanlara sinsi, kötü, her görüldüğü yerde başının ezilmesi gereken varlıklar
gözüyle bakmak yerine, tarım zararlılarını azaltan, çiftçinin sadık
yardımcıları olarak kabul etmektir. Bina yapmak için yıkılan her ağacın,
köklenen her bağın ardından nefesinin daraldığını, oksijensiz kaldığını
hissedebilmektir.
Romalı dostumuz, Kemerkaya Yazıtı’nda, 2000 yıl öncesinde ne diyordu?
―“Eğer bir kişi lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse;
ormanı yakar, çiçekleri yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin,
çocukları kendinden önce ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.”
Şimdi bunu biraz değiştirerek yeniden söyleyelim:
― “Eğer bir kişi tüm canlıları korur, severse, ağaçları kesmez, türleri
yok etmez ve gelecek nesillere daha yaşanılır bir çevre bırakırsa Allah ne
muradı varsa versin, hanesi şen olsun, çoluk çocuğu bahtiyar olsun!”
Evliya Çelebi’nin
Gözüyle;
KARAHİSAR KALESİ
Bu sonbahar günü sıkıldınız, yapacak bir iş bulamadınız mı? Gelin
isterseniz Evliya Çelebi’ye takılalım ve yeşillikler içinde, bir eski zaman
Karahisar’ına çıkalım.
“
Karahisar-ı Sahip derler. Osmanlı ülkesinde altı adet Karahisar vardır. Bu
Anadolu Karahisar’ını sancak beyi yönetir…
Kalesini
Rum kayseri yaptırmıştır. Sonra Selçuklulardan Sultan Alâeddin, Rum keferesi
elinden fethetmiştir. Daha sonra Sultan Orhan, Germiyanoğulları elinden
almıştır.
Yalçın
kalesine, eteklerimi belime dolayarak çıkıp seyrettim. Kapısı batıya bakar.
Kapısının üst eşiğinde şu tarihler var: ( Çelebimiz burada, biri Selçuklu
sultanı Alâeddin Keykubat’a, diğeri Osmanlılardan Sultan Selim Han’a ait iki
kitabeden söz eder. Bunlar işgal sırasında, İngilizler tarafından sökülüp
götürülmüştür. )
Bu
kale, Karahisar Ovası’nın güneyinde, gayet yüksek ve yalçın bir kayalık dağın
tepesindedir. Aşağı şehirde, Ulu Cami önündeki aşağı kale kapısından girip, bu
kalenin ta tepesindeki Hünkâr Camisi’ne kadar, tam iki saatte çıktım. Kalenin
tepesindeki Sultan Keykubat Camisi, küçüktür ama sanatlıdır. Mihrabı baştanbaşa
çinilidir. Fakat minaresi yoktur. Zelzeleden yıkılmıştır. Caminin sağında
Kırklar Makamı vardır.
Bu iç
kalede buğday ambarları, cephanelik, su sarnıçları var. Yılan ve çiyan çoktur.
Beşgen şeklinde bir kaledir. Etrafı iki bin adımdır.
Bu
kalede, Kuşlu Sarnıcı denilen yerde ve bir de ileri çıkmış bir kayanın üzerinde
oturup, Allah’ın yarattıklarını seyrettim. Ta Altıntaş Ovası’na, Seyitgazi ve
Konya yollarına kadar, ova ve çimenleri seyrettim. Bu kalede insan yoktur ama
şehir zenginlerinin kilitli mahzenleri vardır. Bir kuşatma olursa veya Celali
eşkıyası gelirse herkes kıymetli eşyalarını, bu kalede saklar. Onun için kapısı
daima bekçilerle tutulmuştur. Bu yalçın kaleden, sekiz yüz adımda Ortahisar’a
geldim…”
Aradan
geçen yıllar, Evliya Çelebi’nin gördüklerinin çoğunu silip götürse de kalemiz
yine, bütün heybetiyle şehrimizi süslüyor.
Kaynak: İ. Ünver NASRATTINOĞLU. Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar ve düşündürdükleri. 2. Afyonkarahisar Arş.
Semp. Bildirileri 1991
Acıgöl’ün Pembe Süsleri:
FLAMİNGOLAR
Afyonkarahisar-Denizli sınırındaki
Acıgöl, birçok kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bu yüzden haklı olarak “kuş
cenneti” sıfatını almıştır. Acıgöl’de
yaşayan kuşların en ilgi çekeni flamingolardır. Bu kuşlar gölün sembolü haline
gelmişlerdir.
Flamingoların genel renkleri pembemsi
beyazdır. Bacaklar kırmızı, gaga ve kanatlar kırmızı-siyah renktedir. Boyun ve
bacakları çok uzundur. 127 santimetreye ulaşan boylarıyla, oldukça iri
kuşlardır.
İri görünümlerine bakıp
da bunların balık yediğini falan düşünmeyin. Flamingolar, kıvrık gagalarını sık
sık çamura daldırırlar. Çamuru süzerek, içindeki küçük omurgasızları yutarlar.
Başlıca gıdalarını, tuzlu sularda yaşayan ve Artemia salina denilen kabuklu hayvancıklar oluşturur.
Bu gösterişli kuşun en büyük şansı, etinin
lezzetli olmamasıdır. Genellikle av kuşu sayılmaz. Her ne kadar Roma
imparatorları, bu kuşların dillerine düşkün olup, ziyafetlerinde konuklarına
sunmuşlarsa da günümüzde açlık çeken bazı yerler dışında pek avlanmaz. İnsanlar
flamingoları daha çok, güzel tüyleri için avlamışlardır.
Flamingonun geniş bir yayılışı vardır.
İspanya’dan, Kırgız bozkırlarına, Afrika’dan, Hindistan’a kadar olan bölgelerde
yaşar. Yurdumuzda Tuzgölü, Çamaltı Tuzlası (İzmir) ve Sultansazlığı’nda
(Kayseri) kuluçkaya yatar. Beslenmek ya da kışlamak için, İznik Gölü, Ayvalık
sahilleri, Acıgöl, Burdur Gölü, bazen Akşehir ve Eber göllerinde; daha doğuda
Hazar, Van ve Erçek göllerinde de görülür.
Günümüzde çoğu kuş türü gibi flamingolar da
azalma eğilimindedir. Bu kuşların yaşadığı göllerin kenarına, kimyasal madde
üreten fabrikalar kurulmaktadır. Böylece yaşadıkları doğal ortamlar giderek
daralmaktadır.
BENEKLİLER KURTULDU
Hızla
artan şehirleşme, birçok canlı türünün yaşadığı doğal ortamları yok ediyor. Bu
baharda böyle canlı bir örneğe şahit oldum.
Uydukent
civarında, galiba Akarçay’ın kolu olan bir dere var. Oldukça kirli olan bu
dere, Alparslan Türkeş Köprülü Kavşağı’nın yapımından sonra ikiye bölündü ve
suyunu çekmeye başladı. Derenin kapatılması için, kenarlarına inşaatlardan
çıkan toprak ve molozlar döküldü. Son bir ayda su kaybı hızlandı.
Oysa bu
derede yaşayan bazı canlı türleri vardı. Su kurbağaları, su yılanları, soyu
tehlikede olan yeşil ayaklı su tavuğu ve en çok da benekli kaplumbağalar. Bir
tür tatlı su kaplumbağası olan bu türde, vücut sarı beneklerle kaplı. Önceleri
nadiren görülen ve hemen kendini suya atan benekliler, suyun çekilmesiyle daha
çok görülmeye başlandı. Hatta civardaki çocuklar bu kaplumbağalardan birkaçını
yakalayıp asfalt yolda ezmişler.
Kırka Deresi'nden bir benekli kaplumbağa (Emys orbicularis) (Kırka Kasabası-Sinanpaşa/Afyonkarahisar).
İki gün sonra dört kişilik bir ekiple
ilgili yere geldiler. Su kaplumbağası yakalamak sandığımız kadar kolay değildi.
Benekliler bir hareketlilik gördüğünde hemen kendini suya atıyor ve çamurlu
zemine gömülüyordu. Onlar sadece iki kaplumbağa yakalayabilmişler. Ekibe katıldıktan
sonra bir tane de ben yakaladım. Bir gün önce de iki tane su yılanı yakalayıp
müdürlüğe teslim etmiştim.
Çaresiz operasyona son verip birkaç
gün sonra yeniden denemeye karar verdik. Ekip, yakalanan kaplumbağa ve
yılanları Erkmen’deki gölete bırakmak üzere ayrıldı. Sular iyice çekilince
sığınabilecekleri bir balçık da kalmayacak. Böylece beneklileri yakalamak
kolaylaşacak.
Not: Başvurumu ciddiye alarak harekete
geçen Milli Park Müdürlüğü çalışanlarına içten teşekkürler.
BİR SİTE DOĞUYOR
Şehrimiz büyük bir hızla Harbiş’e, Ataköy’e, Uydukent’e doğru
genişliyor. Her gün yeni yeni apartmanlar, siteler için temeller atılıyor.
Yapılan her bina, doğal çevremizi az çok değiştiriyor ve orada yaşayan pek çok
canlıyı ortadan kaldırıyor. Şimdi bunu bir örnekle açıklayalım.
Yer,
Uydukent civarı. İki yıl önce burası, etrafı taş duvarla çevrili, büyük bir
tarlaydı. Bir kısmında bademler, asmalar, armutlar, kavaklar olan bakımsız bir
bağ vardı. Duvar diplerinde böğürtlenler, kuşburnular hayat buluyordu. Tarla
kısmı sığırkuyrukları, ballıbabalar ve sarı, kırmızı, mor renkli sayısız kır
çiçeğiyle kaplıydı. Kızımla buraya uçurtma uçurmaya giderdik. Civarda oturan
kadınlar, böreklik ot toplarlardı. Arada koyun sürüleri ve inekler de tarlada
görülürdü.
Bir gün
tarlada ansızın kepçeler, kamyonlar göründü. Kavaklar, bademler, asmalar,
armutlar kesildi. Çevredeki çiftliklerde oturanlar, günlerce ağaç dallarını
taşıdı.
Bu yazıyı fotoğrafta görülen sitemiz için kaleme almıştım.
Bu yazıyı fotoğrafta görülen sitemiz için kaleme almıştım.
Arsanın
yanında, oldukça kirli bir dere vardı. Kokudan kurtulmak için derenin bir kısmı
dolduruldu. En kirli sulara bile dayanabilen tatlısu kaplumbağaları ve
kurbağalar, susuzluğa dayanamadılar. Derenin kurumasıyla birlikte ortadan
kalktılar. Yine derenin kenarındaki otluklarda gizlenen, siyah-kırmızı renkli,
bir tür sutavuğu ailesi de görünmez oldu.
Ara sıra
bu civarda görülen iri yeşilkertenkeleler, tarla kertenkeleleri ve kara
kaplumbağaları artık yok. Kaybolan kır çiçeklerinin yerine tek tip İngiliz
çimleri ekildi. Kuşburnu ve böğürtlenler ise taş duvarın dibinde son ilkbaharlarını
yaşıyorlar. Sitenin inşaat işleri tamamlandığında, bu duvara da sıra gelecek.
Burada
anlattıklarım, Afyonkarahisar’daki yapılaşmanın küçük bir örneği. İl merkezinin
akciğeri diyebileceğimiz yeşil Erkmen’de bile, villalar, toplu konutlar
yapılıyor. Bir Erkmenliden duyduğuma göre kasabadaki arsa fiyatları son
yıllarda patlama yapmış. Uzun sözün kısası, kendi elimizle yeşilliklerimizi
hızla yok ediyoruz.
AVCILIK ZAAFIMIZ
Avcılık, bizde
kökü derinlere giden bir gelenektir. Türk sultanlarının çoğu avcılıkla
uğraşmıştır. Selçuklu sultanı Melikşah’ın, av hayvanlarının kafalarından bir
gözetleme kulesi yaptırdığı kaydedilir. Fatih’in emrinde yedi binden fazla
doğancı ve köpek bakıcısının olduğu bilinmektedir. Dedem Korkud’un kitabında
Salur Kazan, oturmaktan sıkılan Oğuz beylerine: “Yürüyelim a beyler! Av
avlayalım, kuş kuşlayalım, sığın geyik yıkalım…” der. Köroğlu’ndan sonrası
malum. Delikli demir icat edilmiş ve yürürden, uçardan ne varsa peşine
düşülmüştür. Avcılık folklorumuza da girmiştir. Kara gözlü ceylanlara,
alageyiklere yakılan türkülerimiz az değildir.
Böylesine teşvik edilen avcılığın
yaygınlaşması doğaldır. Erkeklerimizin çoğunun az veya çok avcılık yönü vardır.
Evlerimizde ruhsatlı-ruhsatsız bir av tüfeği bulundurmak adettendir. Av
malzemeleri sektörü hızla gelişmekte, vitrinleri birbirinden farklı av
tüfekleri süslemektedir. Av kanunları, avcı derneklerinin yaptırımları
içimizdeki avcıyı yıldıramamaktadır.
Avcılığın bazen vicdansızlığa varan yöntemleri
de vardır. Far ışığıyla tavşan, elektrik şokuyla balık, siyanürle tilki avlama
gibi. Son yıllarda yol kenarı avcılığı da yaygınlaşmıştır. Kar her yeri
örttüğünde kuşlar yol kenarlarına yaklaşarak araçlardan atılan yiyeceklere
muhtaç olurlar. Bunu fırsat bilen avcılar da onları avlamaktadır.
Avcılık aslında
bir spordur. Yoğun iş ve şehir yaşantısından uzaklaşıp doğaya çıkmak, temiz
hava alıp yeşillikler içinde akşama kadar dolaşmak ruhumuzu dinlendirir. Bazı
avcılar için bir şeyler vurmak ikinci planda kalmaktadır. Hayvanları öldürmek
yerine elimize bir dürbün alıp kuşları,
memelileri doğal ortamlarında gözlesek; onların hareketlerini,
yavrularını beslemelerini canlı bir belgesel gibi izlesek, herhalde daha mutlu
oluruz.
Yakında
Afyonkarahisar’ımıza kar yağacak ve her yeri beyaz bir örtü gibi kaplayacak.
Artık sığırcıklar, güvercinler kümeler halinde yiyecek peşine düşecektir.
Göllere, sazlıklara ördekler, balıkçıllar, mekeler doluşacaktır. Yaban kazları
ekili tarlalara yayılacak, tilkiler, tavşanlar karda kendilerine has izler
bırakacaktır. Gelin onları bu hayatta kalma çabalarıyla baş başa bırakalım.
Evde çayımızı yudumlarken çocuklarımıza zaman ayıralım.
İLİMİZİN BAŞLICA ÇEVRE
SORUNLARI–1
Her şehirde
olduğu gibi ilimizde de çeşitli çevre sorunları yaşanmaktadır. Bu yazımızda,
ilimizin önemli çevre sorunlarını, küçük başlıklar halinde ele alacağız.
Su Kirliliği: Su kirliliği denilince
ilk akla gelen Eber Gölü’dür. Bu göldeki kirlenme, uzun yıllardan beri
bilinmekte olup, ünü ilimiz sınırları dışına çıkmıştır. Eber gölü’nü
Afyonkarahisar şehir merkezinin ev ve sanayi atık suları ile yakınındaki bazı
fabrika ve yerleşimlerin atık suları kirletmektedir. Karamık Sazlığı da
yıllardan beri, yakınındaki SEKA Kâğıt Fabrikası’nın atıklarıyla kirlenmiştir.
Günümüzde fabrika çalışır durumda olmadığından, bu tehdit ortadan kalkmıştır.
Yine Afyonkarahisar Ovası’na hayat veren Akarçay da şehir merkezi ve çevredeki
yerleşimlerin atık sularıyla kirlenmektedir. Halkımızın kısaca “Akar” dediği
Akarçay’ı temizlemek amacıyla, doğal arıtma sistemleri kurulmakta ve şehre
yakın kısımlarda üzeri kapatılmaktadır.
Hava Kirliliği: Şehir merkezinin hava dolaşımına açık
olmaması ve giderek büyümesi nedeniyle, hava kirliliği kaçınılmaz olmaktadır.
İlimiz birinci derecede hava kirliliği yaşanan şehirlerdendir. Kalitesiz yakıt
kullanımı ve şehirlerarası yol trafiği, bu kirliliğin ana nedenidir. Birkaç
yıldır yakıt denetimleri artırılmıştır. Doğal gaza geçişle beraber, hava
kirliliği önemli ölçüde azalacaktır.
Katı Atıklar: İlimizde çevreyi kirleten katı
atıkların başında mermer atıkları gelmektedir. İl merkezi ve İscehisar’da 550’ den fazla mermer
işletmesi vardır. Atıklar için depolama alanları belirlenmiş ise de zaman
zaman, gelişigüzel dökümlere rastlanılıyor. Diğer bir katı atık grubu da evsel
atıklardır. Belediyelerin düzenli katı atık depolama tesisinin olmaması
nedeniyle bu atıklar kirliliğe yol açıyor. İlimiz katı atıklar konusunda beş
bölgeye ayrılmıştır. Buralara depolama tesisleri kurulduğunda çöp sorunu
ortadan kalkacaktır.
Kaynak: İl Çevre
ve Orman Müdürlüğü web sitesi
İLİMİZİN BAŞLICA ÇEVRE SORUNLARI–2
Tavuk Çiftlikleri Ve Besihaneler: Afyonkarahisar’da beş milyon kadar
tavuk yetiştirilmektedir. Yine ilimiz büyükbaş hayvan yetiştirmede ilk
sıralardadır. Hayvan barınaklarının zamanla şehrin içinde kalması nedeniyle
koku ve karasinek sorunu ortaya çıkıyor. Özellikle yaz aylarında kokuşma
artmakta ve bu koku dayanılmaz olmaktadır. Bu konu sık sık gündeme geliyor ve
besihane sahipleriyle yetkililer arasında tartışmalara yol açıyor. Valimizin bu
konuda: “ Şehirde yaşamak kolay değildir, bunun bir bedeli vardır.” sözleri
manidardır. Özellikle Uydukent civarında yoğunlaşan bu çiftlikler bir gün
mutlaka şehir dışına taşınacaktır.
Karasinek: Tavuk çiftliklerine bağlı
olarak ortaya çıkan önemli bir çevre sorunu da karasineklerin aşırı
çoğalmasıdır. Buralarda çoğalan karasinekler şehre hücum ediyor. Özellikle
piknik alanlarına kâbus gibi çöküyorlar. Bu yıl Turgut Özal Parkı’na piknik
için gidenler, eminim “ benim gibi” tat alamamış ve apar topar dönmüştür. Yine
sonbaharda havalar soğuyunca, sinekler bu sefer soğuktan kırılmamak için evlere
dadanıyor. Bereket ilk kar yağdı da sinek sorunu şimdilik kapandı. Karasinek
için yaz aylarında ilaçlama yapılıyor ve denetimler artırılıyor.
Tıbbi Atıklar: İlimizde günde yaklaşık
70 torba (394 kg .)
tıbbi atık oluşmakta ve 16 sağlık kuruluşu, tıbbi atıklarını ayrı
toplamaktadır. Bilindiği gibi tıbbi atıklarda tehlikeli bulaşıcı hastalıklar ve
ilaç kalıntıları olabilir. Bu atıklar toplanırken zaman zaman evsel atıklara
karışabilmektedir. Düzenli katı atık bertaraf tesisleri kurulduğunda, bu sorun
ortadan kalkacaktır.
Bunlardan başka,
yaz aylarında yoğunlaşan anız yakma da önemlidir. Anız yakma ile birçok canlı
türü yok oluyor. Orman yangınlarına da sebep oluyor. Yine kaçak avcılık da
doğal hayatı tehdit eden unsurlardandır.
Kaynak: İl Çevre Ve
Orman Müdürlüğü web sitesi.
KARAHİSAR KALESİ
Geçen hafta,
“yedi yıl Afyonkarahisar’da kalma” ihtimalini göze alarak, kaleye çıktım.
Ünlü gezginimiz Evliya Çelebi de 350 yıl kadar önce, “eteklerini beline
dolayarak” kalemize çıkmıştır. Merdivenler yukarı doğru çıktıkça daralıyor,
bazen tamamen ana kayaya oyulmuş basamaklardan oluşuyordu.
Müze çalışanları
kalede, Hititlere ait bir sur parçası tespit etmişlerdir. Bu herhalde, restore
edilen kısımların aralarında kalan, eski siyah sur parçalarından biridir.
Yukarılara doğru
tırmanırken, güney yamaçlarda olduğu söylenen, Frig kaya mihraplarını görmeye
çalışıyordum. Frigler bunları, sarp kayalardan çıktığına inandıkları, biricik
dağ-anaları Kybele için yapmışlardı. Bunlardan “basamaklı sunak” adı verileni,
giriş kapısından biraz aşağıdaydı. İki tanesini de zirvede gördüm.
Çıkış yolunda ve
tepede en çok göze çarpan bitki, mor çiçekler açan bir sümbül çeşidiydi. Yine
kayalar üzerine serpiştirilmiş gibi görünen damkorukları da yaygındı. Çitlembik
ağaçları, yüzlerce dileğe tercümanlık yapmaktadır. Karatavukgillerden bir kuş
türünün güzel ötüşünü sürekli duyuyordum.
Taşlıdere sırtlarından Karahisar Kalesi'nin görünümü. (14 Haziran 2008).
Taşlıdere sırtlarından Karahisar Kalesi'nin görünümü. (14 Haziran 2008).
Gezgin evliyamız, zirvede “küçük ama sanatlı” bir mescit görmüştür. İçi
çinilerle süslü bu eseri, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat
yaptırmıştır. Yeri, güneye bakan en yüksek nokta olarak belirtilen bu mescidi,
aradan geçen yüzyıllar ortadan kaldırmıştı. Burada üzeri otlarla kaplı, belli
belirsiz bir enkaz vardı.
Tepeden tüm
şehir bir minyatür gibi görünüyordu. Yollar, okullar, camiler, otogar bu
minyatürün birer parçasıydı. Altıntaş, Seyitgazi ve Konya’ya doğru,
alabildiğine bir yeşillik uzanıyordu. Sultandağları’nın karını, İscehisar’ın
mermer ocaklarını, bir beyazlık halinde Seydiler ve peribacalarını gördüm.
Evliya Çelebi’den daha şanslı olarak, bu sıralar ilimizde bulunan gösteri
uçaklarının provalarını da seyrettim.
Şanlıurfa ve Birecik kalelerine çıktım. Gaziantep Kalesi’ni, Adana’nın
Toprakkale’sini, İzmir’in Kadifekale’sini gördüm. Hiçbiri Karahisar kadar
heybetli değildi.
Yazımızın
sonunda, henüz çıkma fırsatı bulamamış olanlara, bayrak şairi Arif Nihat
ASYA’nın, kalemiz için yazdığı şu dizeleriyle çağrıda bulunalım:
Düzlükte, gelip geçse de yol, Afyon’dan,
Ey yolcu, görünmez Afyon, istasyondan.
Şayet vaktin olursa tırman kaleye,
Bak Afyon’a, gökyüzünde bir balkondan.
KARAKUYU GÖLÜ
Afyonkarahisar’ın önemli sulak alanlarından biri de Karakuyu
Gölü’dür. Dinar ilçemizde olup, Büyük Menderes Nehri’nin membaındadır. Dinar
kavşağından 10 km. güneydedir. Göl, 1990 yılında DSİ tarafından, buradaki
kaynak sularının birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir gölettir. 1840 hektarlık
bir alanı kaplar.
Gölün tamamı saz, hasırotu ve nilüfer
gibi bitkilerce kaplı olup kuşların yuvalanmasına uygundur. Kaynak sularının
bol ve sürekli olmasından dolayı kışın donmaz. Bu yüzden kuşlar için yaz kış
barınma ortamı oluşturur.
Karakuyu Gölü Göller Bölgesi’ndedir. Eğirdir,
Burdur ve Işıklı göllerinin ortasında yer alır. Kuş göç yolları üzerinde
bulunur. Çok çeşitli kuş türlerine ev sahipliği yapar. Gölde 173 çeşit kuş
tespit edilmiştir. Bunların bir kısmı yerli, bazıları kış göçmeni, bazıları da
sadece sonbaharda göç sırasında uğrayan türlerdir. Nesli tehlikede olan
dikkuyruk ve diğer ördek türleri, turna, meke, sutavuğu gibi sucul kuşlar için
güvenli bir sığınaktır. Göç zamanında leylek, balıkçıl, söğüt bülbülü, flamingo
gibi kuşlar göle uğrar.
Böyle zengin bir sulak alan, sadece kuşlar
için değil; su kaplumbağaları, su yılanları, ova kurbağası, tatlısu yengeci,
kız böcekleri, dalıcı böcekler gibi pek çok sucul canlı türü için de yaşam
kaynağıdır. Su yüzeyini kaplayan ve beyaz çiçek açan nilüferler görülmeye
değerdir.
Göl, 1994 yılında Yaban Hayatı Koruma
sahası olarak belirlenmiştir. Aynı zamanda 1. Derece Doğal Sit Alanı
statüsündedir. Göl ve çevresindeki 300 metrelik koruma şeridindeki sahada balık
ve kuş avlamak yasaktır. Jandarma tarafından, kaçak avcılığı önlemek amacıyla
denetimler yapılmaktadır. Gölün çevresinden turba toprağı alınması doğal yapıya
zarar vermektedir.
Kaynak:
İl Çevre Ve Orman Müdürlüğü web sitesi.
HORMONLU GIDALAR
Kış soğuklarıyla
birlikte, Semt Pazarı’na köylüler gelmez oldu. Yazın, “Gel guzum bi bak!” diyen
teyzelerimizin yerleri boş. Çünkü onların İsmailköy’den, Sarık’tan,
Değirmenayvalı’dan getirdiği doğal sebze ve meyveler artık kalmadı. Tezgâhları
ise seralarda yetiştirilen ürünler dolduruyor. Parlaklıkta, irilikte yarışan bu
ürünler acaba ne kadar sağlıklı?
Bir bitkinin
ekiminden hasadına kadar çeşitli aşamalarda ilaçlar kullanılıyor. Turunçgiller
mevsiminden önce karpitle sarartılmaktadır. Üzümlerin salkım uzatan hormonu
ayrı, tane irileştirici hormonu ayrıdır. Patlıcan hiç bu kadar parlak
olmamıştır. Salatalıklar pürüzsüz ve parlak, greyfurtlar kavunla yarışırcasına
iridir. Bunların bir kısmı genetik çalışmaların ürünü olmakla beraber
hormonların etkisi de büyüktür. Salatalık, domates, patlıcan gibi sebzelerin
yazınki tadını alamıyorsak bunun nedeni hormonlardır.
Kimyasal
maddelerin bu kadar yaygın kullanımı sağlık açısından tehlikelidir. Bir elmanın
kabuğunu soyarak bunlardan kurtulamayız. Çünkü hormon benzeri maddeler meyvenin
dokularına yerleşerek onu büyütmektedir. Bunlar vücudumuzda, karaciğer başta
olmak üzere çeşitli organlarda birikirler. Eskiden daha uzun olan insan ömrü
azalmaya başlamışsa, bunun bir nedeni de kimyasal maddelerdir. Köylerimizde
bile 80- 90 yıl yaşayan ihtiyarlarımız azalmıştır.
Son yıllarda
seralarda doğal tozlaşmayı sağlamak amacıyla Bombus cinsi arılar kullanılmaya
başlanmıştır. Balarısından daha iri ve tüylü olan Bombus’ların tozlaştırma
yetenekleri de kuvvetlidir. Pazarda bazı domateslerin üzerinde gördüğümüz, sarı
renkli arı ambleminin nedeni budur. Batıda ilaçsız, hormonsuz ürünler ayrı ve
daha pahalı satılmaktadır. Tercih tüketicinindir.
Geçtiğimiz hafta,
hormon kullanımının yasaklanacağına dair haberler duyduk. Kullananlar hakkında
ciddi para cezaları öngörülüyor. Bu gerçekleşirse pazardan aldığımız sebze ve
meyveleri daha güvenle yiyeceğiz. Gübresiz, hormonsuz, ilaçsız gıdalar yemek
dileğiyle…
İLİMİZDEN ÇEVRE GÖZLEMLERİ
Yeşil Bahçeli Okul: Okulları yeşillendirmek kolay değildir.
Özellikle ilköğretim okullarının bahçeleri, çocukların biricik oyun
sahalarıdır. Büyük umutlarla dikilen fidanlar, ikinci baharı göremeden top
darbeleriyle kurur gider. Çocuğun bastığı yerde ot bitmez, denilse yeridir.
Kurtuluş Caddesi’ndeki Endüstri Meslek Lisesi ise bunu aşmış. Ön bahçedeki
yetişmiş büyük ağaçlar, okula koruluk havası veriyor. Okulun bütün ön
duvarlarını kaplayan ve hayranlık uyandıran sarmaşıklar ise büyük bir emeğin
ürünü. E.M.L. adeta orman içinde büyülü bir şato gibi. Darısı diğer
okullarımızın başına.
Esnafın Kuş
Sevgisi: Sabahları işe giderken, dükkânların önünde kuşlar için dökülmüş yemler
görüyorum. Uzun Çarşı’nın girişindeki pastacılardan başlayarak çoğu esnaf, (kuş
gribine aldırmadan) kaldırım kenarına susam, ekmek kırıntısı gibi kuşların
sevdiği yiyeceklerden koyuyor. Hele Belediye Çarşısı’nın orada bir amca var ki
kuşlara, sattığı gıdalardan ikram ediyor. Kaldırıma bazen pirinç, bazen bulgur,
kimi zaman da mercimek bırakıyor. Kim bilir belki de bu sevginin temelinde,
küçükken sapanla öldürülmüş serçelerin, hazin hatıraları yatıyordur?
Çamur Banyosu:
Karlar erimeye başlayınca, yollarda minik gölcükler oluştu. Yaya iseniz sizi
kötü bir sürpriz bekliyor olabilir. Sulara aldırmadan hız yapan bazı araçlar,
her an sizi tepenize kadar ıslatabilir. Nitekim geçen gün, Oruçoğlu Çarşısı’nın
orada, bisikletin üzerinde olduğum halde, bir minibüs beni dizlerime kadar
çamura boyadı.
Ekin Kargalarının Dansı: Kışın her
akşamüstü, İzmir İstasyonu civarında, ekin kargalarının dansı başlar. Gündüz,
Beyyazı veya Çayırbağ’ın tarlalarında yayılan yüzlerce karga, saatlerce
gökyüzünde çığlık çığlığa turlar atar. Sayısız karganın, sonsuz mavilikte
savruluşu görülmeye değerdir. Karanlık bastığında, belirli bir hiyerarşiye göre
dallara tünemiş olurlar. Bu dans baharda bitecek. Çünkü kışlamak için
geldikleri ilimizden, yuvalanmak için tekrar Kuzey Anadolu’ya göçecekler.
İLİMİZDEN ÇEVRE GÖZLEMLERİ–2
Albay Reşat’ın Topları:
Şehrimizin mezarlık tarafından girişinde, Albay Reşat ÇİĞİLTEPE heykeli
var. Pek çok kişinin, özellikle yabancıların, bu heykeli Atatürk zannettiğini
duymuşsunuzdur. Şehrin girişindeki bu minik yeşil alan, kısa süre önce yeniden
düzenlendi. Heykelin iki tarafına büyükçe toplar yerleştirildi. Sanki bu
onurlu, büyük komutan intihar etmemiş ve Çiğiltepe’yi Yunan’dan almak için,
topçularına yeniden ateş emri veriyor gibi. Yine parka yerleştirilen hasır
şemsiyeler de ayrı bir güzellik katmış.
Bozkırın Düğünü: Hafta
sonu memlekete giderken, Sandıklı Ovası’nda mola verdim. Ziraatçıların “yabancı
ot” diye hor hakir gördüğü yüzlerce kır çiçeği açmıştı. Papatyalar,
sığırkuyrukları, ballıbabalar, yavşanlar, ebegümeçleri ve ismini ancak
çiftçilerin bildiği bin bir çeşit bitki çiçeklenme yarışındaydı. Morun,
kırmızının, sarının, yeşilin sayısız tonundaki çiçekler; patates, buğday
tarlalarına, yol kenarlarına serpiştirilmiş gibiydi. Hani köylerimizde düğün
olur da gelinlik kızlar kadifenin allı, pullu, yeşilli çeşitlerini giyinirler,
aynen öyle. Bal arıları, Bombus denilen tüylü arılar, kelebekler ve isimsiz
yüzlerce böcek de bu düğünün diğer davetlileri.
Acıgöl’de Son Durum: Son
bir iki yıldır, Acıgöl’ün içinde büyük havuzlar göze çarpıyor. Galiba soda
içeren tuzları çökeltmek için bu havuzlar yapılmış. Havuzlar dışında, neredeyse
hiç su yok gibi görünüyor. Geçen yıllarda Gölün Dazkırı tarafında, az da olsa
kuş sürüleri göze çarpardı. Bu gidişimde hiç kuş göremedim. Herhalde kuşlar
insan aktivitelerinden olumsuz etkilenmiş ve gölün daha sakin kısımlarına
çekilmişler.
İLİMİZDEN ÇEVRE GÖZLEMLERİ–3
Duman
Avcıları: Valiliğimizin girişimleriyle, Afyonkarahisar’da yeni bir uygulama
başlayacak. Hava kirliliğini azaltmayı amaçlayan bu proje kapsamında
halkımızdan gönüllü kişilere, İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nde eğitim verildi.
Artık “fahri duman izleyicisi” ve “duman avcılarımız var. Bu havayı hepimiz
soluduğumuza göre, bu konuda duyarlı olmak ve yetkililere yardımcı olmak, güzel
bir düşünce. Ben duman avcısı olsaydım, şehrin ortasından çıkan ve her yerden
görülen; büyük, beyaz bir dumanı ihbar ederdim.
Balgamlı
Yokuş: Başlıktan da anlaşılacağı üzere, konu biraz iğrenç. Ne yazık ki,
ülkemizin çoğu yerinde olduğu gibi ilimizde de yola tükürme alışkanlığı yaygın.
Çoğumuz iğrensek de içimizden bazıları bunu yapıyor. Özellikle de kış
aylarında. Yollarda, kaldırımlarda, hatta cami avlularında söz konusu
çıkarımlara sıkça rastlıyoruz. Hele bizim okula çıkan ve “Balgamlı Yokuş” adını
verdiğimiz bir ara yol var ki sormayın. Düz yürürseniz basmamak imkânsız.
Yeşilay’ın
Kamyonu: Maliye Kavşağı’ndan Gazlıgöl’e doğru giderken, tren yolunun kenarına
yerleştirilmiş bir kamyon hemen dikkati çekiyor. Yeşile boyanmış, Türk
bayrakları ve rafyalarla süslenmiş bu kamyon, Yeşilay’ın sessiz bir gönüllüsü
gibi. Ön kısmında içki, sigara gibi zararlı alışkanlıklarla ilgili sloganlar
var. Her gün Uydukent’e, Gazlıgöl’e, Kayıhan’a, Eskişehir’e giden yüzlerce
yolcuya mesaj veriyor. Bence bu haliyle, Yeşilay konusunda verilen pek çok
konferans, seminer gibi çalışmalardan daha etkili. Gözlemimizi kamyonda bulunan
iki içten sloganla tamamlayalım:
“İnsan
sevdiğine içki, sigara ikram etmez.”
“Düşmanı
yendik ama tütünü yenemedik.”
BİSİKLET VE ÇEVRE
Afyonkarahisar’ın şehir içi trafiği sık sık gündeme gelir. Trafiği rahatlatmak için önemli bir adım da bisiklet kullanımını teşvik etmek ve yaygın hale getirmektir. Bisiklet havayı kirletmediği ve gürültü çıkarmadığı için çevre dostudur. Az yer kaplar ve park sorunu çok kolay giderilebilir. (Belediyenin caddelere koyduğu bisiklet parkları takdire değerdir.)
Afyonkarahisar şehir içinde her yere bisikletle ulaşmak mümkündür. Ufak tefek alışverişleri, fatura ödemelerini yapmaya bisiklet birebirdir.
Bisikletle dolaşmak, dinlenme ve stres atma açısından faydalıdır. Arabayla yapamayacağınız pek çok şeyi yapma imkânı bulursunuz. Bir tanıdığı görüp sohbet edebilir, gördüğünüz bir malı hemen durup inceleyebilirsiniz.
Bisikleti bir zevk ve yaşam tarzı haline getirmek için, öncelikle “Bisiklete binmek çocuk işidir.” veya “Bisiklete garibanlar biner .” gibi takıntılardan kurtulmak gerekir.
Afyonkarahisar şehir merkezinde bisiklet sürücülerinin kâbusu, şehir içi minibüsleri ve kamyonlardır. Bazı minibüsçüler, müşteri kapma hırsıyla, hatları yarış pisti gibi kullanmaktadır. Ansızın kulağınızın dibinden rüzgâr gibi geçen bir minibüs aynası içinizi ürpertir. Ben bunu defalarca yaşadım. Sürücülerimiz bisikletçilere genellikle hoşgörülü davranmıyor. Daha birkaç ay önce (26.10.2005), Akcin Köyü civarında, bir arabanın 95 metre sürükleyerek feci şekilde öldürdüğü, bisikletli Mevlüt amcanın haberini Sözcü’nün manşetinden okumuştuk. Bir süre önce valiliğimiz, ADUYBİM’e bir anket hazırlatmıştı. Bu ankette, “Bisikletler için özel parkurlar ister misiniz?” şeklinde bir soru vardı. Keşke bütün yollarda böyle güvenli parkurlar olsa da can korkusu yaşamasak.
Bisikletçilerimizin de mutlaka hataları vardır. Frensiz, zilsiz, ışıksız bisikletler, her zaman tehlike kaynağıdır. Yine kırmızı ışıkta geçmeler, ters yön gitmeler, sağa sola bakmadan yola fırlamalar, sıkça yapılan hatalardır. Bisikletin de trafik kurallarına uyması gerektiğini göz ardı etmemeliyiz.
Sonuç olarak bisikleti bir tutku haline getirerek trafiği rahatlatmak ve çevreyi daha yaşanılır kılmak mümkündür.
ÇED RAPORU NEDİR?
Hafta sonu, yerel gazetelerin çoğunda ortak bir haber vardı. Haberde, Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulacak olan, mermer atıklarını depolama tesisi için ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporuna gerek olmadığı yazıyordu. Bu yazımızda ÇED raporlarının konusu ve ne işe yaradığı ele alınacaktır.
ÇED, fabrika, tesis gibi bir proje hazırlanırken, kuruluş ve sonraki çalışma aşamalarında, çevreye yapacağı her türlü etkinin ve bu etkilerin doğuracağı sonuçların, önceden kestirilmesi işlemidir. Yani kurulan tesis havayı, suyu, toprağı ne ölçüde kirletecektir? Civardaki bitki ve hayvan türlerini olumsuz etkileyecek midir? İnsan sağlığına etkisi nedir? Tüm bunları bertaraf etmek için hangi tedbirler alınmalıdır?... gibi sorulara ışık tutar.
ÇED kavramını yasalarına ilk koyan ülke ABD olmuştur (1969). Ülkemizde 1983 yılında yürürlüğe giren, Çevre Koruma Kanunu ile uygulanmaya başlamıştır.
Bu rapor, on kadar aşamadan geçildikten sonra hazırlanır. Konu çok yönlü olduğu için jeolog, toprak bilimci, kimyager, biyolog, ekonomist, şehir planlamacısı hatta sosyolog gibi çeşitli alanlardan uzmanlara ihtiyaç duyulur. Eğer proje, çevre açısından büyük uyumsuzluklara sahipse alternatif projeler üzerinde de durulur.
ÇED raporları genellikle sayısal ve parasal verilerden oluşur. Fayda- zarar analizlerine dayanır. Ancak çevresel etkilerin pek çoğunu maddi olarak açıklamak zordur. Meselâ sağlıklı bir insanın değeri nedir? Ya da kirli bir gölde nesli tükenen, nadir bir ördek türü kaç Euro’luk kayıp sayılır?
Geçmişte pek çok tesis kurulurken, çevre unsuru göz önüne alınmamıştır. Gökova Körfezi’ni kirleten termik santral, ilimizdeki Eber Gölü’nün bu hâle gelmesi, yine çimento fabrikasının bugün şehrin ortasında kalması, ÇED raporlarının önemini açıkça ortaya koymaktadır.
Kaynak: Ahmet KOCATAŞ “Ekoloji-Çevre Biyolojisi” Ege Üniv. Yayını İzmir–1994
MERMER VE ÇEVRE
Mermer
Afyonkarahisar’da 2300 yıldır işletilmektedir. Bugün yerini İscehisar’ın aldığı
antik Docimeion şehrinin mermerleri çok ünlüydü ve batıda pek çok yapıda
buradan çıkan mermerler kullanılmıştır.
Günümüzde mermer
işletmeciliğinin yaygınlaşması 1984 yılında başlamıştır. Mermerciliğin merkezi
İstanbul iken, Haliç’in temizlenmesi kapsamında oradaki işletmeler yıktırılmış
ve yeni adresleri İscehisar olmuştur. 1984 öncesinde ilçede sadece iki işletme
varken bu sayı şimdilerde dört yüzü aşmıştır. Yörenin en ücra köyüne kadar iş
imkânı sağlamış ve refah düzeyini artırmıştır.
Mermer ekmeğini
taştan çıkaran insanların uğraşıdır. Büyülü güzelliğinin arkasında zor ve
acımasız bir tarafı da vardır. Uğruna sempozyumlar, festivaller düzenlenen de
minik Fatoş’u, Halil İbrahim’i babasız bırakan da aynı mermerdir. (Fatoş
Seydiler’de, Halil İbrahim Konarı Köyü’nde öğrencilerimdi. Her ikisinin de
babaları mermer ocağı kazasında ölmüş.)
Mermer
işletmeciliği ekonomik kazancın yanında, bazı çevre sorunlarını da beraberinde
getirmiştir. Mermer atıkları sağlık açısından bir sorun taşımamakla beraber
görüntü kirliliğine neden olur. Çoğu iş yeri bunları yakınlarındaki boş
alanlara, yol kenarlarına döktükleri için bir dağınıklık söz konusudur. Bu
atıklar yok olmadığı için atıldığı yerde öylece kalmaktadır. Kaymakamlık
atıklar için Acem Deresi denilen bölgeyi tahsis etmiştir.
Ocakların
çevresi de düzensiz bir görünüme sahiptir. Akbel mevkiinden itibaren bunu
gözlemek mümkündür. Mermere ulaşıncaya kadar çıkan kırıntılar, hemen
yakınlardaki boş alanlara yığılarak tepeler oluşturmaktadır. Bu durum zaten
kıraç olan çevrenin görüntüsünü olumsuz etkiliyor.
Bazı işletmelerde
çevre düzenlemesine önem verildiği, ağaç dikildiği görülse de çoğunda bu konu
ihmal ediliyor. Organize sanayi bölgesi için Sanayi Bakanlığı’nca ancak 1996’da
yer tahsis edilmesi nedeniyle iş yerlerinin çoğu bahçelere kurulmuş, bu da
meyve bahçelerinin azalmasına yol açmıştır.
Öyle görülüyor
ki İscehisar, yerine kurulduğu antik şehrin refah seviyesini çoktan geçse de
doğal çevresini hızla kaybetmektedir.
İscehisar mermerciliğiyle ilgili değerli
bilgiler veren Ekrem BARLAK hocama teşekkürler.
PERİBACALARI VE EROZYON
Ülkemizde son yıllarda peribacalarının
önemi artmıştır. Kapadokya etkili bir tanıtımla turizmin ilgi odağı haline
gelmiştir. Afyonkarahisar’da da İhsaniye’den İscehisar’a uzanan bir şeritte
peribacaları vardır. Frig Vadisi denilen bu bölge tarih açısından da dikkat
çeker. Seydiler’deki Hititlere ait 3500 yıllık küp mezarların büyüsüne
kapılmamak imkânsızdır. İhsaniye’deki Frig Kaya Anıtları’nın herhalde benzeri
yoktur. Yörede Kapadokya’nın yeraltı kiliselerinin benzerlerine rastlanır
(Kırkinler, Metropolis vb.). Büyük ihtimalle burada da Roma baskısı nedeniyle
kalkerli kayalara gizlenip filizlenen bir erken Hıristiyanlık dönemi
yaşanmıştır.
http://www.frigvadisi.org/images/icerikfoto/galeri/2302c4d3-4947-4527-8056-73c16b91c701.jpg
http://www.frigvadisi.org/images/icerikfoto/galeri/2302c4d3-4947-4527-8056-73c16b91c701.jpg
Peribacaları bu turistik önemlerine rağmen aslında erozyonun anıtlaşmış
delilleridir. Bunlar kalkerli arazilerde büyük kayaların altının koni biçiminde
sertleşip; kenarlarındaki yumuşak kısımların aşınmasıyla oluşurlar. Frig Vadisi
boyunca ilerlerseniz, orman örtüsünün yok edilmiş ya da çok zayıf olduğunu
görürsünüz. Burada artık çama rastlamazsınız. Tepelerde adacıklar halinde kalan
meşeler varlıklarını genellikle yatırlara borçludur. Bu zayıf bitki örtüsü
içinde en yaygın olan bitki ladenlerdir. Bir metre kadar boylanan bu çalılara köylüler
pıynar der. Yörede kış boyunca bir laden katliamı yaşanır. Evde ya da
fırınlarda tutuşturma odunu olarak kullanılmak üzere kökünden sökülürler.
Durum böyle olunca erozyona davetiye çıkarılır. Verimsiz bir beyazlık,
tepelerden derelere, içme sularına, tarım alanlarına yayılmaktadır. Zaten az
olan tarlalar çoktan karın doyurmaz hale gelmiştir. Köylülerin çoğu mermer
fabrikalarında işçi olarak çalışmakta veya nakliyecilik yapmaktadır. Kısacası
peribacalarının varlığı ve çoğalması pek hayra alamet değildir.
Seydiler’de peribacalarıyla ilgili bir efsane anlatılır: Bir düğünde
insanlar yiyip içip eğlenirken, bir kadın ekmeğe saygısızlık eder. Bunun
üzerine düğündeki herkes taşa dönüşür. İşte peribacaları o insanlardır,
denilir. Bir saygısızlık olduğu doğrudur. Bu saygısızlık aslında ormana, ağaca
yapılmıştır.
Bu karamsar tabloya rağmen yine de çok geç kalınmış
değildir. Mevcut bitki örtüsü korunup, bölge vakit geçirilmeden
ağaçlandırılmalıdır. Tarihi eserler korunur ve etkili bir tanıtım yapılırsa,
yöre gerçekten turizm yoluna dönüşebilir.
SU KUŞLARI VE KUŞ GRİBİ
Son günlerde kuş gribi, ülkemizin gündemine ansızın giriverdi. Manyas
Gölü civarında bu hastalığın görülmesi, haklı olarak büyük bir paniğe yol açtı.
Kaz, ördek, tavuk gibi kanatlı hayvanlarda salgın yapan bu hastalığa bir virüs
neden oluyor. Birkaç tipi olan kuş gribi virüsünün H5N1 tipi, insanların
ölümüne yol açabiliyor. Şimdiye kadar 68 ölüm kaydedilmiştir.
Kuş gribinin ülkeler arası yayılmasını sağlayan en önemli etken, göçmen
su kuşlarıdır. Ülkemiz önemli kuş göç yolları üzerindedir. Soğukların
başlamasıyla, kaz, ördek, kuğu, pelikan, martı, sumru gibi kuşlar, yaşadıkları
kuzey ülkelerinden, ülkemizin sulak alanlarına gelirler. İlimizde kuşların konakladığı
başlıca sulak alanlar, Eber, Akşehir, Karakuyu ve Karamık Gölleridir. Su
kuşları bir göle inmekle kalmazlar, beslenmek için civardaki diğer sulak
alanlara veya ekili tarlalara da gidip gelirler. Böylece hastalığı bulaştırma
ihtimalleri de artar. Bu sulak alanların yakınında yaşayan ve balıkçılık,
hayvancılık, avcılık ve tarımla uğraşan insanlar risk altındadır.
Bu hastalığın insan ve hayvan sağlığını tehdit etmemesi için şu
tedbirler alınmalıdır: 1-Su kuşları avcılığının yasaklanması (zaten çoğunun
nesli tehlikededir). 2-Ölü kuşlarla temastan kaçınma. 3-Sulak alanlar civarında
yaşayan halkımızın hastalık konusunda bilinçlendirilmesi. 4- Çiftlik hayvanları
ile yabani hayvanların bir araya gelmesinin önlenmesi.
Bilindiği gibi ilimizdeki Eber Gölü’nde de su kuşlarının ölümüne
rastlanıldı ve haberlere konu oldu. Yerinde bir kararla bu gölde avcılık
yasaklandı, ölü numuneler incelemeye alındı. Eber Gölü’ndeki kuş ölümlerinin
büyük ihtimalle kirlilikten kaynaklandığı düşünülüyor ve umarız öyledir. Hatırlarsınız,
geçtiğimiz yıllarda iki avcı, bir defada 108 ördek vurmuş ve haberlere konu
olmuşlardı. Eber Gölü’nü bu ördeklerin ahı tutmuş olmasın?
Kaynak: Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme
Kurumu web sitesi.
KOCATEPE’YE YOLCULUK
Geçen perşembe,
Büyük Taarruz’un başlangıç noktası olan Kocatepe’ye, Özlem Özyurt İ.Ö. Okulu,
3/B sınıfı olarak gezi düzenledik. Çocukların, minibüsün geldiğini çığlıklar
atarak haber vermesiyle gezi başladı. Ataköy’den yukarıya yöneldiğimizde, bizi
beyaz minareli, şirin Kışlacık Köyü karşıladı.
Minibüsümüz,
yılan gibi kıvrılan yolları, derin vadileri geride bırakırken heyecanımız da
artıyordu. Derken yeşillik denizinde yüzen, Büyükkalecik’e girdik. İlk
durağımız Yüzbaşı Agâh Efendi Şehitliğiydi. Burası, Büyük Taarruz’da
Büyükkalecik’te şehit olan Bayburtlu Yüzbaşı Agâh ve silah arkadaşları anısına
yapılmıştı. Önce bizi yüz kadar şehit ismi karşıladı. Vatanın her köşesinden
şehit vardı. Onların ilerisinde iki değerli komutan, ( Yüzbaşı Agâh ve Sinoplu
Üsteğmen Feyzullah ) al bayrağın gölgesinde, bir kubbe altında yatıyordu.
Yüzbaşı Agâh’ı temsil eden heykel de oldukça etkileyiciydi. Dede Korkut torunu
gencecik Agâh, elinde tuttuğu silahla, düşmana meydan okuyor gibiydi. Sanki
O’nu, Kurtkaya’da alnından vuranlarla, yarım kalmış bir hesabı vardı.
Mor çiçeklerle,
arı kovanlarıyla süslü bir yaylada ilerledik. Burası Avlak Yaylası olmalıydı.
Ansızın Kocatepe göründü. Büyük Önder, eli çenesinde, düşünceli bir halde
Kocatepe’deydi. Zirveye yaklaştıkça heyecanlanıyorduk. İşte, önce birkaç erin
gelip siper kazdığı, akşam karanlığında, Atatürk ve arkadaşlarının atların
ayaklarına keçeler bağlayarak sessizce gelip karargâh kurduğu bu şanlı
tepedeydik. Ata’mıza, “Atatürk ölmedi”, “Ankara’nın Taşına Bak” ve “Hoş
Gelişler Ola” marşlarını söyledik. Hâlâ bozulmamış siperlere girdik. Sanki
Ata’nın dudaklarından çıkacak bir hücum emrini bekledik. Büyük bir iç huzuruyla
geri döndük.
Dönüş yolunda,
bir bahçede yemek molası verdik. Mola sırasında bizi en çok güldüren,
şoförümüzün Beyyazı’da yaşadığını iddia ettiği, müthiş bir yılana ait
bilgilerdi. Bu yılanın, bir dozerin kopardığı kuyruğu, yedi buçuk ton
ağırlığındaydı. İki büyük boynuzu vardı. Beslenme konusunda ise oldukça alçak
gönüllüydü. Beyyazı’nın bütün sığırlarını telef etmesi gerekirken, sadece
toprak (!) yiyordu.
Gezimizin son
bölümünde, Devlet Parkı’na gidip eğlence eksiğimizi tamamladık. Çocuklar
salıncaklara, tahterevalliye, kaydıraklara, telle çevrili sahalara bayıldılar.
Büyük bir zevk ve emeğin ürünü olan park, maalesef çok kirliydi. Üzerlerinde
eski Türk bayrakları dalgalanan çardaklar; kuruyemiş, sebze, meyve kabuklarıyla
kirletilmişti. Havuzlarda pet şişeler, naylon poşetler, kaçırılmış toplar
yüzüyordu. Bu duruma üzülerek bu güzel geziyi tamamladık.
Not: Bu geziyi
yapmamıza vesile olan, öğrenci velimiz Mehmet KOZAN’a içten teşekkürler.
KUŞLARIN İNTİKAMI
Kuş gribi gündeme
geldikten sonra, en çok suçlanan su kuşları oldu. Bu hastalığın taşıyıcısı olan
kuşlar, korkulu rüyamız haline geldi. Peki, biz ne yaptık da kuşlar adeta
acımasızca bir intikam alıyorlar?
Ben küçükken,
kasabamızda iki küçük göl vardı. Kanlıcagöller denilen bu göller, pek çok sucul
kuşa ev sahipliği yapıyordu.
Bahar geldiğinde,
herkes göle dalar; kuşların yumurtalarını toplardı. Her türün kendine has renk
ve büyüklükteki bu yumurtaları, kavrularak ya da haşlanarak yenilirdi.
Bunlardan çoğu kez gelişmemiş yavrular çıkardı.
Bir sabah henüz
güneş doğmadan, gölü avcılar sarmıştı. Yirmi kadar fertten oluşan bir ördek
sürüsü, havada tur atıyordu. Bunlar 4–5 tane kalıncaya kadar teker teker
vuruldu. Bu olup bitenleri, fasulye beklediğimiz tarladaki barakamızdan
izlemiştik.
Bir kış akşamı,
ağabeyim on dört sığırcık, iki sakar meke ve bir tavşan vurup getirmişti.
Bunlarla acılı bir “arapaşı” yapmıştık. Av etiyle yapılan arapaşı çorbasının
tadını herhalde bilmeyen yoktur.
Avcılardan biri
göle nadiren gelen bir kuğu vurmuştu. Av torbasına ters olarak koyduğu bu kuşun
yılan gibi uzun boynu vardı. Kafası, gururla yürüyen avcının ayakkabılarına
değiyordu. Bu gösteriyi hayranlıkla seyretmiştim.
Tüm bunlar
yetmiyormuş gibi, yaz geldiğinde gölün etrafı su motorlarıyla dolardı.
Çevredeki tütün, pancar, fasulye tarlaları gölden sulanırdı.
Nihayet, 1980’li
yılların ortalarına doğru bu iki göl kurudu. Dikenlerle dolu, kuru bir bozkır
parçasına dönüştü. Tarla farelerinin yatağı haline geldi.
Bu sadece bizim
göllerde mi böyleydi? Hayır. Eber’de, Beyşehir’de, Sultansazlığı’nda … benzeri
kuş kıyımları yapıla gelmiştir.
Sonunda kuşlar,
büyük bir belayla geri döndüler. Artık her gün yediğimiz yumurtadan soğuduk.
Arabamızın üzerindeki kuş pisliklerini temizlemekten çekinir olduk. Soyları
tükeniyor diye üzüldüğümüz kuşlar, birden gözden düştü. Umarız bu sefer de,
bütün su kuşlarını itlâf etmek gibi bir çılgınlığa girişilmez.
LEYLEK KAYASI
İlimiz
sınırları içinde, geçmiş medeniyetlere ait pek çok izler var. Daha birkaç hafta
önce, Çay ilçemizde, Roma Dönemi eseri bir mermer heykel ele geçirildi.
Bu yazıya konu
olan Leylek Kayası, Seydiler’de bulunuyor. Geçen yıl bu kasabada çalışıyordum.
Hayat bilgisi dersinde, ilimizdeki eski eserlerden bahsediyorduk. İl
yıllığından Göynüş Vadisi’ndeki Frig Kaya Anıtları’nı, bunlardaki aslan
kabartmalarını gösterdim. Seydiler’de böyle bir şey olup olmadığını sordum.
Öğrencilerden bazıları, Leylek Kayası denilen yerin en üst katında, bir aslan
pençesi gördüklerini söylediler.
İscehisar
Kaymakamlığı’nın yayınladığı kitapta, ilçede Frig devri eserine rastlanmadığı
yazıyordu. Oysa komşu ilçe İhsaniye’de birkaç tane vardı. Bir Frig Kaya Mezarı
keşfetme hayaliyle, Leylek Kayası’nı görmeye karar verdim.
Bir öğle arası
yemekten sonra, öğrencilerimden Kemal’le yola düştük. Leylek Kayası, kasabanın
hemen altında; okulun iki yüz metre kadar güneyindeydi. Bir tarlanın köşesinde
yer alan, tek bir peribacasıydı. Üzerinde birkaç tane, pencere şeklinde oyuklar
görünüyordu.
En alttaki giriş
kısmı, tek bir odaya açılıyordu. Burası Hıristiyan mezar odalarına has bir
tarzda oyulmuştu. Duvarlara dikkatle bakınca, küçük siyah yuvarlaklar içine
alınmış haç işaretleri gördüm. Bir delikten sürünerek yukarı tırmandık. Burada
orta kata açılan ikinci bir deliğe ulaşılıyordu. Yükseklik korkusu nedeniyle
oraya giremedim. Ancak bir kısmını görebiliyordum. Tam karşıda büyükçe bir haç
işareti göze çarpıyordu. Ayrıca duvarlara pencere şeklinde oyulmuş, üstleri
yuvarlak kemerli kısımlar görünüyordu. En üst kata çıkamadık.
Leylek Kayası,
Seydiler’de bulunan Kırkinler adlı kaya kilisesinin küçük bir benzeriydi. Bunu
kasabalıların dışında pek bilen yok. Bu sıralar valiliğimiz, Frig Vadisi’yle
ilgili kapsamlı bir araştırma yaptırıyor. Leylek Kayası da bu araştırmaya
alınabilecek niteliktedir. Ayrıca dışardan bir merdiven yapılarak turist
ziyaretine açılabilir. En üst katında, pençe kabartması olup olmadığını ise
hâlâ merak ediyorum.
NEVRUZ
Yeni gelen
bahara, “― Hoş geldin!” demek olan nevruz bayramı, bütün Türk dünyasında
bilinir ve kutlanır. Hatta anayurttaki soydaşlarımız, bu bayramı daha coşkulu
kutluyorlar. Her yıl, Kırgızların, Kazakların, Özbeklerin, Azerilerin, nevruzda
milli giysileriyle yaptığı gösterileri televizyonlarımızdan izleriz.
Aslında bahar
bayramları sadece bize özgü değildir. Geçmişten günümüze bu tür bayramlar
yapılagelmiştir. Meselâ Frigler baharı, tabiat-ana Kybele ile sevgilisi
Attis’in birbirine kavuşması olarak kabul eder ve törenler yaparlarmış. Antik
Yunan’da, baharda kutlanan çiçek bayramları varmış. Bahara duyulan sevgi, tüm
insanlığın ortak bir kültürüdür.
Nevruz uzun,
soğuk bir kışa dayanmanın ödülüdür. Hayata yeniden bağlanma sevincidir. Geceyle
gündüzün eşitliği, kardeşliğidir. Kardeşlik deyince hemen belirtelim.
Anadolu’da nevruzun bir kardeşi var ki o da hıdrellezdir. Biri erken baharda,
diğeri geç baharda kutlanan bu iki etkinlik, özünde aynıdır. Belki zamanla
Anadolu insanı, nevruzu hıdrelleze dönüştürmüştür.
Nevruz
düşüncesinin özü tabiattadır. Baharda tüm canlılar bir dirilişe, canlanmaya
yönelirler. Ağaçlar, rengârenk çiçeğe dururlar. Karıncalar kanatlanır, düğün
uçuşuna çıkarlar. Kardelenler, karlar altından çıkıp hayata gülümserler.
Kuşların çoğu, soluk renkli, kışlık tüylerini atıp göz alıcı renklere
bürünürler. Tüm bunlara paralel olarak, insanlar da yaşama sevinciyle dolarlar.
Sonuç olarak
nevruz, hiçbir kötülüğü, kavgayı, ideolojiyi içine almayacak kadar derin bir
güzellik ifade eder.
Karamık Sazlığı, ilimizin önemli sulak alanlarındandır. Çay
ilçemizde olup, çok sayıda küçük gölden oluşan bir tatlısu bataklığıdır. 4500
hektarlık bir alanı kaplar. Geniş saz ve hasırotu yataklarına sahiptir. Batı ve
doğusunda mera ve tarlalar; kuzeyinde kavaklıklar vardır. Gölün suları,
güneydeki iki düden yardımıyla gölü terk eder.
Sazlık, soyu
tehlikede olan küçük balaban ve pasbaş ördeğin, üreme sahalarından biri olması
nedeniyle, Önemli Kuş Alanı statüsündedir (ÖKA No: 32). Bunların yanında küçük,
kızıl boyunlu ve kara boyunlu batağanlar ile bahri, elmabaş ördek, uzunbacak ve
bıyıklı sumru da burada yuvalanır. Yine nadir türlerden dikkuyruğun da Karamık
Sazlığı’nda ürediği tahmin ediliyor. Sazlık eskiden bir kuş cenneti gibiymiş.
1970’li yıllarda yapılan bir sayımda 97.961 kuş tespit edilmiş. Yine önceden
İstanbul ve Ankaralı ördek avcılarının rağbet ettikleri bir yermiş. 1993
yılında SİT alanı ilan edilmiştir.
Karamık Sazlığı
DSİ tarafından, taşkınları önlemek amacıyla önemli ölçüde kurutulmuştur. Burayı
kirleten en önemli unsur, sazlık yakınındaki SEKA Kâğıt Fabrikası’dır. Fabrika
tüm atıklarını göle boşaltmakta ve bu atıklardaki selüloz, lignin gibi organik
maddeler, ötrofikasyona neden olmaktadır. (Ötrofikasyon, mineral bolluğu
nedeniyle yosun ve diğer bitkilerin aşırı çoğalmasıdır.) Yine İl Jandarma Çevre
Koruma Timi’nin 2003 yılında yaptığı incelemelerde, Akkonak, Karamık ve
Koçbeyli Kasabalarının, atıksularını doğrudan göle akıttıkları tespit
edilmiştir. Kontrolsüz saz kesimi de sazlığa zarar vermektedir.
Karamık Sazlığı,
90 kilometrelik ıssız bir yol olan ve “Çölovası yolu” denen Çay-Dinar karayolu
üzerinde yeşil bir cennettir. İlimizin zenginliği olan bu sazlığa sahip
çıkalım.
Kaynak: Doğal Hayatı Koruma Vakfı web
sitesi.
2OOO Yıllık Çevre Mesajı:
KEMERKAYA YAZITI
“Eğer bir kişi
lahitlere, mezar odasına veya ağaçlara zarar verirse; ormanı yakar, çiçekleri
yolar, yeşilliği yok ederse Allah onu kör etsin, çocukları kendinden önce
ölsün, bir kimsesi kalmasın, hanesi kör kalsın.”
Beddua niteliğindeki bu yazıt, Bolvadin-Kemerkaya
Kasabası’ndadır. Yakın bir antik yerleşmeden alınarak bir evin duvarına yapı
malzemesi olarak konulmuştur. Roma döneminden kalmadır.
Kemerkaya Yazıtı
büyük ihtimalle bir mezarlık girişinde veya bir mezarın başında yer alıyordu.
Dünyanın en eski meslek erbabından olan, mezar soyguncularına gözdağı vermek,
onların lahitlere, mezar odalarına zarar vermelerini önlemek için yazılmış
olabilir. O dönemde mezarlara değerli armağanlar bırakmak âdeti vardı. Bu
beddua tutmamış olacak ki bu tip mezarlar, defalarca hazine avcılarının
talanına uğramıştır.
Hatta hazine
avcıları işi abartıp, lahitleri bütün olarak çıkartarak satmaya çalışıyorlar.
İki yıl önce Konya’da, 1700 yıllık bir lahit satılmaya çalışılırken
yakalanmıştı.
Bu yazıtın asıl
önemli kısmı ise çevrenin korunmasına yöneliktir. İnsanlar en eski devirlerden
beri, mezarlıkları ağaçlandırmışlar, çeşitli çiçeklerle süslemişlerdir. Bu
günümüzde de böyledir. Mezar ziyaretine giderken, hoş kokulu çiçekler götürmek
adettendir. Mezarlıklar özellikle şehirlerde önemli yeşil alanlardır.
Şehrimizin mezarlığı da modern görünümüyle göz doldurmaktadır. Kemerkaya
Yazıtı’nda ağaca, ormana, yeşilliğe, çiçeklere zarar verenlere, toptan yok
edecek kadar bir öfke duyulmaktadır. Bu Fatih Sultan Mehmet’in: “ Ormanlarımdan
bir dal kesenin başını keserim.” şeklindeki sözüne uygundur.
Günümüzdeki çevre duyarsızlığı, son 2000
yıldır bu konuda fazla bir gelişme olmadığını ortaya koymaktadır. Son olarak,
çevrenin korunması konusunda tarihi bir mesaj ve dünya mirası değerinde olan
Kemerkaya Yazıtı, arkeoloji müzemize getirilerek koruma altına alınmalıdır.
Kaynak: Anadolu’nun Kilidi Afyon.
Fazlaca Korkulan
Hayvanlar:
KENELER VE
BÖYÜLER
Bu yaza
iki hayvan grubu damgasını vurdu. Biraz da basının abartmasıyla, keneler ve
böyüler korkulu rüyamız haline geldi.
Keneler
ya da bilim dünyasındaki adıyla akarlar, tabiatta binlerce türü olan ve çok
çeşitli ortamlarda yaşayan eklembacaklılardır. Evlerde uçuşan tozlarda, deri
altında, bitki yaprakları üzerinde, un, peynir gibi gıdalarda ve çoğu da
hayvanlar üzerinde parazit olarak yaşarlar.
Kırım-Kongo
kanamalı hastalığını taşıyanlar ise çoğu Hyalomma cinsinden olan ve keçi, koyun
gibi evcil hayvanlarda yaşayan 30 kadar kene türüdür. Bu hastalık mikrobu
vücuda girdikten sonra kanın yapısını bozmakta ve hasta vücut boşluklarından
kanlar sızarak ölmektedir. Ne var ki bu hastalık yeni ortaya çıkmış değildir.
Oldukça eski kaynaklarda bile Kırım kanamalı humması şeklinde geçiyor. Yine
Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre ülkemizde uzun süredir bilinmekte olup,
her yıl ölümlere yol açmaktadır.
Bir tosbağanın (Testudo graeca) arka bacak diplerine yerleşmiş keneler.
19 Mayıs 2011 İnceler Kasabası-Bozkurt/Denizli.
Bir tosbağanın (Testudo graeca) arka bacak diplerine yerleşmiş keneler.
19 Mayıs 2011 İnceler Kasabası-Bozkurt/Denizli.
Hastalığın
belirli illerde görülmesi en büyük şanstır. Henüz çoğu ilimiz gibi
Afyonkarahisar’dan da kayıt yoktur. İlaçlama ve hayvan nakliyatındaki sıkı
denetimlerle, hastalığın yayılması önlenebilir.
Gelelim,
hiç hak etmedikleri “et yiyen dev örümcek” sıfatı yakıştırılan böyülere. Her
şeyden önce böyüler örümcek değildir. Bunlar akrepler, keneler, örümcekler gibi
hayvanların oluşturduğu, keliserli omurgasızların ayrı bir takımıdır. Bunlar
bozkır, yarı çöl ve çöllerde yaşayan; bol tüylü bacakları ve kuvvetli çeneleri
olan canlılardır. Sıradan bir örümceğe göre oldukça iridirler. Böyülerin hiçbir
türünde zehir yoktur. Oysa örümceklerin tamamı zehirlidir. Genellikle geceleri
avlanırlar. Yakaladıkları omurgasızları, bazen de kertenkele, kuş yavrusu gibi
daha büyük avları, kuvvetli çeneleriyle parçalayıp yerler. İnsan derisini
ısırdıklarında kanatabilirler. Ama bu hiçbir zaman öldürecek bir darbe
değildir. Köpek ısırmalarında bile ölüm oranı oldukça azdır. Ülkemizde üç türü
bulunan ve genellikle “sarıkız” denilen bu hayvanların, ürkütücü görüntüsünden
başka zararı yoktur.
Kaynak: M. Ali TOLUNAY Özel
Zooloji Cilt:1 Omurgasızlar Ankara Üniv. Yayını 1953.
KUŞ GÖÇLERİ
Sonbaharın
hüzün yüklü günleriyle beraber, kuşların göç zamanı da geldi. Yazın,
Mecidiye’deki Köy Hizmetleri Bahçesi’nde görmeye alışkın olduğumuz leylekler,
yakında yola çıkacak. Biz kaledeki karları seyrederken, onlar belki Kenya’nın
bir gölünde kurbağa avlayacaklar.
Sadece
leylekler değil; yazın Afyonkarahisar şehir merkezi ve civarında görmeye alışık
olduğumuz kırlangıç, arıkuşu, sağan, ibibik, üveyik gibi pek çok kuş türü göç
eder. Geriye karga, saksağan, baykuş, serçe, tarla kuşu gibi yerli türler
kalır. Bazı kaz ve ördek türleri ise sadece kışın sulak alanlarımıza gelirler.
Baharda tekrar kuzey ülkelerine dönerler.
Kuş
göçleri, en eski devirlerden beri bilinmektedir. Ancak kuşların bir yarıküreden
diğerine binlerce kilometre kat ettikleri, halkalama çalışmalarından sonra
ortaya çıkmıştır. Bir beyaz leylek, Kuzey Almanya’dan Güney Afrika’ya kadar
10.000 km.lik yol gider. En uzun göçü yapanlar ise bir kutuptan diğerine uçan
deniz kırlangıçlarıdır.
Göçler
kuzey yarımkürede soğuk ve besin azlığı nedeniyle; güneyde ise kuraklık
yüzünden başlar. Hormonal değişiklikler de kuşları göçe hazırlar. Kuşlar
göçmeden önce kalabalık sürüler halinde toplanırlar. Bazı türler gündüz,
bazılarıysa gece yolculuk yapar. İspinoz gibi kuşlarda yalnız dişiler göç
ederler. Yavrular göç yollarını büyüklerinden öğrenir.
Yurdumuz
önemli kuş göç yolları üzerindedir. Bazı kuşlar yalnız göç esnasında Türkiye’de
görülürler. Meselâ bir çeşit ağaçkakan olan boyun çeviren gibi. Her yıl göç
sırasında kuş gözlemleri yapılır. Hatta yurt dışından bile gözlemciler gelip bu
eşsiz manzaraya tanık olurlar.
Göçmen
kuşlar, bu uzun göçleri sırasında pek çok ülke görürler. Onlar barışın olmadığı bu dünyada, gönüllü
barış elçileri gibidirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)